25 Şubat 2008 Pazartesi

KUZEY IRAK’TA MASAL KAHRAMANLARI ...

Beyazlara bürünmüş hain topraklarda döktükleri kanlarıyla o topraklara şeref kattılar. Karlara, kanlarıyla attıkları imzayla ölümsüzlüğe koştular.

Türklük için hain topraklarda bir masal söylediler ve uykuya daldılar. Aynı Sarıkamış’ta ki dedeleri gibi. Gaflet uykusunda uyuyanlar uykularından uyansınlar diye

22 Şubat günü K.Irak topraklarında analarına, babalarına, yavuklularına hasret uykuya daldılar. Hiç uyanmayasıya… Onlar, birilerinin yaptığı gibi bu vatanı sevdiklerini ispat için otel lobilerinden Anıtkabire, meydanlara doluşmadılar.

Karlı dağlar arasında Allah dediler, vatan dediler ve yavaşça karlara uzandılar.

Eğer çocuklarımız ileride hala bu topraklarda yaşamayı bunca haine rağmen başarırsa K.Irak topraklarını kanlarıyla kutsayanların masalını dinleyecek ve masal tadında Türklüğün hikayesini devam ettirecekler.....


Bu masal kahramanlarının sayesinde.

Bu masalın kahramanları,süslü üniformalarının içerisinde Hakk, Ezan, cennet, iman kelimelerine alerji duyan apoletli dinazorlara, meydanları dolduran laik putperestlere inat sınırı geçerek Hak için, vatan için cennete koştular.

Son baktığımda binlercesi arasında altı kişiydiler. 6 ana kuzusu. Kınalarıyla, vatan için yaktıkları kınalarıyla destanlaşarak çakalların yaşadığı topraklarda bozkurtça ölümsüzlüğe koştular.

Bir masal söylediler, bir destan yaktılar ve uykuya daldılar.

Takkeli ve takkesiz liboşlar ekranlardan AB çığırtkanlığı yaparken, Mc Donald’scı Müslümanlar dünya barışı için diyalogdayken, birileri mecliste vakıflar yasasını çıkarırken 6 kınalı kuzu karlara uzandılar.

Kalkmayasıya. Büyüttüm besledim, asker eyledim türküsünün boşuna yakılmadığını ispatlamak için.

Onlar, karlara kanlarıyla attıkları ve asla silinmeyecek imzalarıyla kanatlanıp cennete koşarken birileri operasyon tamam da ne olacak bu Kürtlerin hali şarkılarını terennüme devam ediyordu.

Çocuklarımız, çakalların yaşadığı topraklarda birer birer karlara karışırken özgürlük korosunun solistleri ne olacak bu şehit annelerinin hali sorusunu akıllarına bile getirmiyorlardı.

Önce dağlardan karakollarımızı bastılar, sonra öğretmen, doktor, askerlerimizi öldürdüler. Köylerimizi basıp çoluk çocuk demediler.

Kana doymadılar. Sonra şehirlere akıp araçlarımızı yaktılar. Bayrağımızı yaktılar. Ciğerimizi yaktılar. Önümüze kendilerini değil çocuklarını çıkarttılar. Sonra da barış istiyoruz diye meclisimize doluştular.

Tanklarımızın önüne yattılar. Güneşin çocuğu dedikleri çakal çocuğuna ağıtlar yaktılar. İçimizi kanattılar be. Canımızı acıttılar.

Tamamı kanla yazılmış bir destan yarattılar. Bu masalın kahramanları karanlık bir gecede karlara uzanıp uykuya dalarken. Kimi arabalarımızı yaktı, kimi limanlarımızı, bankalarımızı sattı.

Dağlıca’yı, K.Irağı ve daha nice kınalı kuzuları toprağa düşürdüğümüz yerleri unutmayın. Unutturmayın.

Biliriz ki ağlamak kadına düşer erkeğe düşense aklında tutmak. Mezopotamya’nın hain çocukların aklımızdasınız. Bir gün ama mutlaka bir gün hesaplaşacağız.

Biz sizi unutmayacağız. Ve yaptıklarınızı. Ve kahpeliklerinizi. Ama sizler de unutmayın ki, Ben Antep’liyim Şahinim Ağam Mavzer omzuma yük

Ben yumruklarımla dövüşeceğim Yumruklarım memleket kadar büyük… Bir gün ama mutlaka bir gün hesaplaşacağız.

Müjdat Öztürk

24 Şubat 2008 Pazar

Tekrar Bismillah

Hasan ÜNAL

TÜRK Hava Kuvvetleri'ne bağlı savaş uçaklarının PKK hedeflerinin üzerine bombalarını boşalttığı 16 Aralık gecesinin ertesi günü (17 Aralık) bu köşe 'Bismillah' başlığıyla çıkmıştı. O gece icra edilen operasyonu çok önemli bir başlangıç olarak değerlendirdiğim için 'Bismillah' başlığını atmıştım. O günden bu yana yapılan operasyonlar ve dün başlayan kara harekatı o başlangıcın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.

16 Aralık gecesi gerçekleştirilen operasyonun PKK'ya ne kadar zayiat verdirdiği veya daha sonraki benzeri hava akınlarında PKK'lıların ne derece zarar gördüğü konusu tartışmanın bir yanıydı. Kaldı ki, gerek o günlerde gerekse daha sonraki haftalarda ortaya çıkan bilgiler söz konusu hava akınlarının PKK'ya ciddi zayiat verdirdiğini gösteriyordu.

Esas Zayiat
Ölü ve yaralı olarak PKK'ya verdirtilen zayiat kadar önemli bir başka tarafı ise PKK'lılar ile Barzani'nin 'köpeksiz köyde eli deyneksiz gezmeye' devam edemeyeceklerini anlamalarıydı. Özellikle Amerikalılar'a son bir kaç dakika içerisinde bilgi verilerek icra edilen hava akınlarının hem PKK'lıların hem de Barzani'nin psikolojisini derinden etkilediği açıktı.

Nitekim gerek o günlerde gerekse daha sonraki haftalarda Barzani, kamuoyuna yaptığı açıklamalarda PKK'nın bir gecede satışa getirilmesinden duyduğu endişeleri anlatıyordu. Gerçekten de Amerika'nın kukla devlet projesine yardımcı olması için daha düne kadar kullanılan PKK'lılar güven içerisinde Irak topraklarındaki inlerinde uyurlarken bir anda tepelerine bomba yağmaya başlamıştı. Barzani de 'acaba bana da aynısı olur mu' diye endişe etmekte haklıydı.

Türk Milleti'nin Psikolojisi
PKK ve Barzani'nin psikolojisi o derece bozulurken, Türk milletinin psikolojisi ise tam bir düzelme sürecine girmişti o dönemde. Çünkü Ortadoğulu bir kaç çete reisi tarafından AKP hükümeti zamanında sürekli azarlanan ve aşağılanan bir Türkiye imajı çıkmıştı ortaya. Sanki Barzani bile tek başına Türkiye'yi yerle bir edecek kadar güçlüymüş ve Türkiye'nin yapacak hiç bir şeyi ve oynayacak hiç bir kozu yokmuş gibi aylarda gazeteler ve televizyonlar vasıtasıyla propaganda yapılmıştı.

Barzanici kalemler ve meş'um sesler aylarca hatta yıllarca Amerika'nın Irak'a gelmesiyle bütün dengelerin Türkiye aleyhine değiştiğini; Türkiye'nin Irak topraklarında yerleşmiş bulunan PKK'lılara fiske vurmaya bile gücünün yetemeyeceğini; Barzani'nin orada bir devlet başkanı olduğunu; hele hele Talabani'nin saygın bir cumhurbaşkanı olduğu teranelerini söyleyip durmuşlardı.

Türkiye'nin yapacak çok şeyi olduğunu; elindeki kozlarının sadece Barzani ve PKK'ya karşı değil aynı zamanda Amerika'ya karşı da yetecek güçte bulunduğunu söyleyenler medyada yasaklandı. AKP hükümetinin kafasının karışıklığı ve AB reformu diye yutturulan düzenlemelerin sonucunda PKK'nın azmasına en uygun bir ortam ortaya çıkması da bu olumsuz psikolojiye katkıda bulunmuştu.

Ancak Türkiye'nin özellikle de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Amerika'ya 'artık yeter' diyen tavırları açıklık kazanmaya başladıktan sonra her şey yavaş da olsa değişmeye başlamıştı. Her ne kadar AKP hükümeti yapılması gereken operasyonları yaklaşık bir sene boyunca engellese de, sonuçta bu iş bir mecburiyet haline dönüşmüştü. İşte 16 Aralık gecesi başlayan ve kesintisiz devam ettirilen o hava akınları Türk Milleti'nin psikolojisini toparlamasına yardımcı olmuştu.

Kara Harekatı Bekleniyordu
Havadan yapılan akınların süreklilik kazanması ve sınırdaki stratejik nitelikli yığınağın başta Amerikalılar olmak üzere pek çok yabancı çevrenin uyarılarına rağmen aynen devam ettirilmesi kara harekatının habercisiydi. Hayırlı olsun ve devamı gelsin inşaallah. Çünkü bir kara harekatı ile istenilen sonuçların tamamının elde edilmesi mümkün olamayacak; ancak peş peşe icra edilecek operasyonlarla PKK'nın beli kırılacak ve Barzani'ye de gerekli mesajlar verilmiş olunacaktır.

Her ne kadar Amerika operasyona karşı çıkmıyormuş görüntüsü vermeye çalışsa da, bundan memnun olamayacağı açıktır. Fakat bunu kamuoyu önünde söylemeye kalkışması kendisi için uygun olmayacağından dolayı vaziyeti geçiştirmeye çalışması daha kuvvetli br ihtimal. PKK'lılar ve onların içerdeki yandaşları Amerika'nın ne kadar dost olduğunu (!) bu vesileyle bir kez daha görecekler ve dahası Barzani de her an satışa getirilme korkusuyla yaşamaya devam edecektir.

Bu tür operasyonların devamı Irak'ın kuzeyinde Türkiye'ye rağmen bir kukla devlet kurulamayacağını da Barzani'ye öğretmelidir. Çünkü unutmayalım ki, Türkiye açısından esas tehlike bu kukla devlettir. Hatta Amerikalılar da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kararlılığı karşısında 'yavru vatan' olarak takdim edilen ve kukla devletin habis bir ur gibi Türkiye içerisinde genişlemesini isteyen projeyi yeniden devreye sokmak isteyebilirler. Esas tehlike de odur. Yutmamak gerekir. Bu tehlikeyi önümüzdeki günlerde yeniden ele almak üzere...

Kaynak

23 Şubat 2008 Cumartesi

Prozac Toplumu

1983 ve sonrası benzer bir dönem geçiriyoruz. Ara rejimler ya da yönetim sorunlarının olduğu dönemler sonrası ortaya çıkan rant yumağı partilerin bir yenisinin siyasi arenada salınımı ve yıkıcı etkileri ile tekrar karşı karşıyayız.

Kısa adı AKP olan, başlangıcı malum, gidişatı belirsiz, sonu felaket partinin toplum üzerindeki tahribatının kısmen perdelendiğini, gösterilmemeye çalışıldığının farkındayız.

Topluma bu perdelemeyi yapan esas unsur bugün itibariyle mütareke basınıdır. Özgür, çağdaş, dik harflerin yerini artık bağımlı, korkak, yanlış harfler almıştır. Toplumu uyuşturan aşırı iyimser havanın dozu, yaratılan bilgi kirliliği ile doğru orantılıdır. Günübirlik kaygıları gideremeyen insanların tepkileri arttıkça, doz artmakta, yoğun propaganda ile iyimserlik hava dalgası genişletilmeye çalışılmaktadır. Burada göz ardı edilen nokta ise “iyimserlik” olgusunun bumerang etkisidir. Aşırı bir güçle fırlatılan iyimserlik bumerangı nasıl olsa hedefinin nihayetinde sadece “hava” ile temas edecek ve sahibine geri dönecektir.

Her benzer dönemde, özellikle ANAP döneminde bunlar yaşanmıştır ve şüphesiz yine yaşanacaktır. Dışa bağımlı siyasi iktidarların, dışardan uygulanan baskı ile içerden gelen demokratik, laik ve sosyal talepler karşısında sıkışması ve işlevsiz hale gelmesi kaçınılmazdır. AKP iktidarı da gün gelecek yıpranacaktır, misyonunu tamamlayacak ve parçalanacaktır.

Burada karşımıza iki önemli sorun çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, böyle bir çöküşte yerine kim ya da daha doğrusu hangi siyasi parti gelecektir. İkinci ise yaşanılan bu zaman diliminde Türkiye’nin uğradığı zafiyet ve Türk Milleti’nin çektiği sıkıntılar nasıl telafi edilecektir.
Bu son görüldüğünden olsa gerek, bugünlerde siyaset artığı yedeklerin harekete geçtikleri görülmektedir. Eskiden bulundukları siyasi partileri ve geldikleri siyasi gelenekleri umursamayanlar, yeni bir rant yumağının uçlarını vermektedirler. ANAP’ın yıpranacağını bildikleri için DYP’yi hazır tutan, DYP’den sonra insanların dini duygularının istismarı ile RP’ye suni zafer yaşatanlar, RP’nin de yıpranacağını bildikleri için misyonunu tamamlar tamamlamaz AKP’yi bir anda ortaya çıkaranlar, AKP’nin de yıpranacağını bildikleri için yedek kulübesine aldıkları “Şener” kartını göstermeye başlamışlardır.

Aslında AKP de yıprandığının farkındadır. Çöküşün başladığının farkındadır. “İyimserlik” bumerangının döndüğünün ve “ekonomi” ile vurulacağının farkındadır. Tek sorun ikinci dönem daha yeni başladığı için “hadi bize müsaade” tavrı takınamamalarıdır. Birilerinin de “git” deme zamanı değildir. O halde yapılacak son bir şey vardır. Vuruşarak çekilmek…

Geldikleri günden beri zaten kavgalı oldukları “Devlet” ile tekrar gerilmek, kurumlar ile tekrar sürtüşmek, muhalefet ile diyalogu koparmak, iktidara gelirken kullandığı dini tema ve istismar konularını tekrar ön plana çıkartmak… Tüm bunlar vuruşarak çekilme taktiğinden başka bir şey değildir. İkinci bir mazlum rolünün alt yapı hazırlıklarıdır.

Gelelim ikinci konuya. AKP ile geçen bu zaman diliminin etkileri nasıl bertaraf edilecektir. Bu soruya verilecek cevap sadece bir zarar tazmini değil, Türkiye’yi ve Türk Milletini de bundan sonra ilelebet koruyacak bir çözüm önerisidir. Geçmişten gelen sorunları çözmenin, bugünü iyileştirmenin ve yarını şekillendirmenin tek bir yolu, tek bir adı vardır. Bunun yolu Türk Milliyetçiliğidir. Bunun adı Milliyetçi Hareket Partisidir.

Prozac, kullanıldığında rahatlık hissi veren, içerde mutluluk uyandıran, insanın dünyaya bakışını değiştiren, daha doğrusu bakar kör eden, etrafı umursamaz nazarlarla süzen insan haline getiren depresyon ilacıdır.

AKP iktidarı, iyimser yoğun bilgiyi –bir anlamda prozac- , kendine ait medya kurumları ile sürekli topluma vermiştir. Ancak her ilacın olduğu gibi bu ilacın da yan etkileri vardır. Bu ilaç baş ağrısı yapar. Dışardan sürekli direktif alanların yaşayacakları sıkıntı neticesinde yaşayacakları gibi bir baş ağrısıdır. Bu ilaç endişe hissi uyandırır. Yaratılan iyimser havanın bir anda dağılacağının anlaşılması üzerine duyulacak endişe gibidir. Bu ilaç sinirlilik, asabiyet yapar. Tıpkı bugünlerde RTE’nin yaşadığı sinirlilik ve asabiyet halleri gibidir. Bu ilaç anormal rüyalar gördürür. Sırt, eklem ve kas ağrıları yapar. En önemlisi ise kilo kaybettirir. Tıpkı bugün, Türkiye’nin her geçen saniye güç kaybettiği gibi, zayıflatır.

Bu halin sonlandırılması geçici değil, kalıcı çözüm ile olmalıdır. Bunun için kurucu ideolojiye tekrar dönülmeli, hasta, ehil ellere teslim edilmelidir.

2023’de Lider Ülke’nin Türkiye olması ancak böyle mümkündür.

2053’de Türkiye bu şekilde Süper Güç olabilir.

Ne Mutlu Türküm Diyene.

Kür Şad ÖZKAYNAR

21 Şubat 2008 Perşembe

Ozan Arif

Çağımızın Dede Korkut'u Ozan Arif

Ozan Arif Giresun`un Alucra ilçesine bagli simdiki ismi ile Yükselen eski adi ile Hapu köyünde 10 Haziran 1949`da dogdu. Babasi yörenin sevilen simalarindan rahmetli Muharrem Çavusun (Muharrem Sirin) oglu Mehmet Bey, annesi Fatma hanim da, yine komsu köy Demirözü`nden ayni sekilde sevilen rahmetli Gençaga Eskünoglu`nun kizidir.

Babasinin memuriyeti dolayisiyla, ilk ve ortaokulu Samsun`da bitirdikten sonra, hayli kalabalik olan ailesine kisa zamanda maddi yardim yapabilmek düsüncesiyle ögretmen okuluna basladi. 1969-1970 döneminde Persembe Ilkögretim Okulundan mezun oldu. Okul süresi boyunca kislari okuyup yazlari rençperlik yapan bir ögrenci idi. Ilk göreve basladigi okul, ailesinin bulundugu Samsun`da Karaoyumca köyündeki ilkokuldur. Bir yillik stajyerlik süresinden sonra, yine Samsun`da Devgeris köyüne tayin oldu.

1972 yilinda yine ayni köyde stajyerlik yapmakta olan ve ona ömrü boyunca en büyük destegi veren Süheylâ hanimla evlendi. Devgeris köyünde bes yili ögretmenlik, dört yili ise okul müdürlügü olmak üzere dokuz yil hizmet vermistir.Inançlarindan ve prensiplerinden asla taviz vermeyen bir kisilige sahip olan Ozan Arif, o devrin yöneticilerinin büyük baskisi ile, maalesef 1979 yilinda ögretmenlik mesleginden ayrilmak zorunda birakilmistir. Ögretmenlik meslegini sok seven Ozan Arif`in çok basarili takdirnamelerle dolu meslek hayatina ragmen, o günün sartlarinda baska bir tercihi de kalmamisti.

Derken, 12 Eylül 1980 olaylariyla birlikte, inanan, milli ve manevi degerlerine sahip çikan, memleketin, milletin bekasini düsünen bir çok vatansever insan gibi yanlis degerlendirilmekten çok büyük bir üzüntü duyan Ozan Arif, ailesini, çocugunu ve hepsinden önemlisi,öz vatani Türkiye`yi geride birakarak, 24 Eylül 1980 tarihinde Almanya`ya gitti.

Onbir yillik aci bir ayriliktan sonra, 5 Kasim 1991`de nihayet memleketine ve vatanina geri dönmesi nasib oldu. Bu süre zarfinda, dünyada nerede bir müslüman Türk insani varsa onu gidip bularak, milli heyecanin filizlenmesine yardimci olmus ve önemli görevler almistir. Daha çocuk yaslarda iken Kerem ile Asli`yi, Leyla`ile Mecnun`u, Karacaoglan`i, Köroglu`nu, Dadaloglunu, Yunus`u ve daha nicelerini okuyarak ask cönklerini ezberleyen Ozan Arif, Karadeniz`de, yasadigi yörede hayli yaygin olan irticalen Türkü söyleme sanati sayesinde çok meshur oldu. Hatta eskiden destan saticilarinin Ozan Arif`e destanlar yazdirip, daha sonra bunlari bastirarak dagitmalari sebebiyle, yörede ismi çok duyulan bir asik olmustur.

Ilk olarak ortaokul ikinci sinifta sesine asik oldugu baglama ile tanisan ve hayli dar olan aile bütçesinden biriktirdigi harçliklarla, 1964`te Istanbul`da bulunan Semsi Yasitman saz evinden 15 liraya aldigi bir baglama ile ses ve saz dünyasinin içine giren Ozan Arif, o gün bugündür hiç susmadan ve hak bildigi yoldan taviz vermeden gönül dostlarina seslenmektedir.

OCAK'LI ÖYKÜMÜZ

Hani, yangınların ortasındaydık...

Hani, her şehirde üç-beş cevval, aleme restini çekmiş, deli-dolu yiğit...

Hani, kimsesizdik, sahipsiz... Ağabeylerimiz mahpusta, dışarıdakiler duldada... Ocağımız bir göz soğuk oda... Manavlardan kasa isteyip arkadaşlarımızı ısıtmak istediğimiz o sefil, o onurlu günlerimiz...

Hani, birer parça kuru ekmekle karnımızı doyurup şükrettiğimiz hesapsız geçmişimiz... Sırtımızı birbirimize dayayarak girdiğimiz kavgalarımız...

"Ocağımız,evimizdir" diyerek evlerimizden kaçıp ocakta sabahladığımız, bir bardak çaya ve birkaç "arkadaş"a feda ettiğimiz "dışarıdaki dünya"... "İşte buradaki üç-beş kişi bile olsak, esir Türkleri kurtaracağız, Turan'ı kuracağız" diye ettiğimiz yeminlerimiz...


Hani, daha sonra protokollerde görmeye başladığımız, oysa her gittiğimizde, "Ülkücülük diye birşey mi kaldı? Üç-beş tane toy genç, takılmışsınız Türkeş'in peşine...

Bu memleketi siz mi kurtaracaksınız? Bu hareket misyonunu tamamlamıştır." diyen sözde "büyüklerimiz"e kahredişimiz...

Hani, karlı bir kış gecesi, Malatya'da, Doğanşehir`li yetim Mehmet'le "komünist" mahallesine gidip,bağıra bağıra söylediğimiz "Çırpınırdı Karadeniz" marşımız...

Hani, sokakta, çay ocağında, elinde ülkücülükle ilgili bir kitap olan birini gördüğümüzde, öz kardeşimizi görmüş gibi olup, gidip tanışıp, boynuna sarılışımız... Birbirimizin eksiğini kapatmaya, ayıbını örtmeye çalıştığımız fitnesiz günlerimiz...

En çok dergiyi kim satacak diye yarıştığımız, sokaklara döküldüğümüz dirençli yıllarımız... Ocağımızda "Yunus", sokakta "Yavuz" olduğumuz o sevgimiz, o kavgalarımız...

***

Sonra, birer-birer dağılışımız... Herbirimiz başka bir şehre, her birimiz başka bir öyküye... Hepimizin yüreğinde "ilkocağımız"ın tadı... Kocaman binalarda bile, o soğuk bir göz odanın özlemi... Yediğimiz her güzel yemekte, o domates, peynir, ekmekteki tadı arayışımız...

"Çirkin gerçekler"le her karşılaştığımızda, "rüyalardan uyanmasaydık" diye inleyişimiz... Belki bin kere kafamızı çarptığımız hayatın mermer duvarları... Sarsılışımız, devrilişimiz... Ve her seferinde yeniden,yeniden, yeniden doğruluşumuz...

Hayatı, işte şimdi, işte burada kesip atsak, o rüyaya tekrar dönebilir miyiz reis? Herşeyimizi bırakıp dönsek, o bir göz odayı yerinde bulabilir miyiz?

Şu anlamsız telaşı, şu gereksiz "yük"ü, bir gömlek gibi sırtımızdan çıkarıp atabilir miyiz? Bu "gerçek"ten uyanabilir miyiz reis,uyanabilir miyiz?

***

Kulağımda eskiden kalma bir ses... Kalk ayağa reis!...

"Yastığımız mezar taşı
Yorganımız kar olsun
Biz bu yoldan dönersek
Namus bize ar olsun"

ALİ KINIK

20 Şubat 2008 Çarşamba

Türban Anketi

Değerli okuyucularımız, Gündemi son derece meşgul eden ve önemli bir konu olan Türban konusunda biz de site olarak bir anket hazırladık. Sol tarafta görünen ankete oylayarak fikirlerinizi belirtirseniz seviniriz.

SİVRİSİNEK İLE AGAH

Sivrisinek yorulunce bir boganin boynuzuna konmus, gidecegi yere varinca
havalanarak bogaya demis ki:
-Boga kardes, size çok zahmet verdim. Beni taa buralara kadar tasidiniz...Tesekkür ederim.
Boga sasirmis. Zavalli sivrisinege söyle bir bakmis.
"-Git isine be saskin" demis. "Ben senin varligindan bile habersizdim..."

Bir zamanlarin Abdurahman Çelebileri kendilerini bir yerlere tasiyan MHP ve onun serefli lideri Sayin Türkes'e hakaret etmekle mesguller. Hikâyede sivrisinek, onlardan daha haysiyetli, hiç degilse tesekkür ediyor. Bunlar ise neredeyse bogayi kendilerinin tasidigini iddia ederek ücret talep edecek.1980 sonrasi siyasi yapilanma, parçalanmaya yönelik olmustur. "Çok partiden" rahatsiz olan Sam Amca'nin telkinleri veya "dost tavsiyesi" üzerine milliyetçi düsünceye sahip insanlarin tasfiyesi saglanmistir.
Bu düsünceler isiginda su soruyu sormadan edemiyoruz: "Türkiye'de kim istenmez?"
Tabi ki Türk menfaatlerini yabanci ülke çikarlarindan üstün tutanlar.
Kimdir bunlar?
Türk milliyetçileri...
Türk milliyetçiligi sancagi kimin elindedir?
MHP'nin...
Vurun öyleyse!!...

MHP'liler ve Ülkü Ocaklilar zaten Rus yahut Çin mermileriyle vuruluyordu. Asil darbe "demokrasi" yoluyla yapilmaliydi. Acitmadan, bir sey hissettirmeden. Ve narkoz verildi.Uyusturulan bu beyinler Sunalp'in MDP'siyle Özal'in ANAP'ina sevkedildi... Politika yapmak istemeyenler de bir genel müdürlük veya hatiri sayilir bir "dünyalik" ile tatmin edildi.Gazetelerde, dergilerde boy gösterdi bu mazi çapulculari.

Türkes'in aleyjinde "tefrikalarda" sirittilar...Bazilarinin ülkücülügü 12 Eylül gecesinde bitti...Kitaplar paketlendi, o güzelim hilâl biyiklar kazindi. Fakat tam inanmis ülkü erleri "Bas"siz kaldiklari halde hakli davalarini bir atesten gömlek daha giyerek sürdürdüler.Kisiliksizler üfürmeyle yikilirken, gerçek Türk Ülkücüleri firtinalara ragmen ayakta durmayi basardi. Sadede gelecek olursak...Ülkücü hareketle ilgili olarak dirilse hizli komünist Behice Boran bile konusabilir. Ancak "Gençler, aklinizi basiniza toplayin. Yoksa sizde agabeyleriniz gibi cezaevlerinde çürüsünüz" diyen Agâh Efendi asla!...

(Ülkücüye Mektup)

Kaynak

TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR

Tarih sahnesine çiktigi andan itibaren haklinin yaninda, haksizin karsisinda olan; serefli bir hayati kendisine sair edinen Türk milleti, asirlar boyunca kendisini yok etmek isteyenlere karsi kiyasiya bir mücadele vermistir. Adalete, insan hak ve hürriyetlerine, ilâhi esaslara bagli bir yönetim uyguluyan Türkler, Íslâmiyet'i kabul etmeleriyle beraber bu dinin en atesli mücahidi olmuslardir.Her kemâlin bir zevali oldigi gibi büyük Türk Milleti'nin kurmus oldugu sanli Osmanli-Türk Devleti, 20. asrin baslarinda yikilmistir.Osmanli-Türk Devleti'ni yikan sebepler asasinda Türk'ün ahlâken zayiflamasi bulundugu gubu Bati ve Dogu devletlerinin entrikalari da vardir.

Türk'ü hem dininden yani Íslâmiyet'ten, hem de milliyetinden yani Türklük'ten uzaklastirma çabalari maalesef meyvesini vermis; özbe öz Müslüman Türk olan insanimiz arasinda "Müslüman degilim" diyenler çiktigi gibi "Türklükte neymis" diyenlerde türemistir.

Elalem kaldirimda gezer gibi uzayda yürürken, tamamen Türk yapimi uzay araçlari yapmisiz gibi kisir tartismalarla vakit geçiriyoruz.Güya müttefikimiz olan ABD yayinladigi haritada Türkiye'nin Güneydogu'sunu Kürdistan olarak gösteriyorken; Yunanli, Ízmir ve Ístanbul'a hâlâ benim diyorken; Gürcü. Dogu Karadeniz'e istahla bakarken; Rus'un sicak denizlere inme hevesi devam ederken, hasili ezeli Türk ve Íslâm düsmanlari kadim Türk yurdu Anadolu'yu parçalamak isterken düsmanlarimizin ekmegine yag sürenleri esefle karsiliyoruz.

"Türk'üz" dememek için olaganüstü çaba sarfeden, buna karsilik Türklüge karsi alenen tavir alan bu zihniyetin belediye baskanligini ypan sayin R.Tayyip Erdogan, Kayseri'de düzenlenen bir toplantida yaptigi konusmada su sözleri sarfedebilmis ve maalesef bu sözler az da olsa alkislanmistir. Íste sayin Erdogan'in insani hayrete düsüren sözlerinden bir bölüm: "Türkiye kimindir? Bunu kavrayamazsak Dogu'da akan kan durmaz. Gazetenin birisi yazmis: "Türkiye Türklerindir. Ahlâksiz bu, hayâsiz bu. Böyle derseniz Türkiye'yi üçe, dörde bölersiniz. Türkiye'de Laz var,Çerkez var, Kürt var, Ermeni var. Böyle saçmalik olmaz. Türkiye, Türkiye'de yasayanlarindir."

Bu sözler bize göre gafletin sinirlarini zorlamaktir. Bunun adi ihanettir, bölücülükür. Sayin Baskan yanlis görüslerini masum bir kiliga büründürmek için yüce dinimiz Íslâmiyet'i kullanmayi ihmal etmiyerek "Íslâm kardesligi" prensibi sakat bir mantikla yorumlamaktadir. Aslinda onlarin bu konulardaki ilk ifadeleri degildir bu. Benzer sözleri basta Genel Baskanlari olmak üzere pek çok defa sarfetmislerdir.Belediye baskan adaylarindan birisinin, "Türkiye Türk'tür, Türk kalacaktir sözü saçmaliktir. Bu ülkede Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar da vardir." dedigini unutmadik!

1040 Dandanakan, 1071 Malazgirt savaslarindan beri bu vatab Türkler'indir.Anadolu'nun her karisi ulu ceddimiz Alparslan Gaziler, Osman Gaziler, Fatih Sultan Mehmetler, Abdülhamidler tarafindan nakis nakis Türklük ve Müslümanlik ruhuyla islanmistir. Atalarimizin kanla suladigi Türkiye bahçesinde ayrik otlarinin yasamlarina asla müsade etmiyecegiz. Bu topraklardan Türk ve Íslâm mühürünü kazimaya hiç kisenin gücü yetmiyecektir. Türkiye'de yasamak istemeyen. AY-Yildiz'li bayragimiza slâm durmayan, Türk'üm demekten utananlar varsa istedikleri diyara gidebilirler.

Türkiye'de Türk olmayanlar bulunabilir. Bu, Türkiye'nin Türkler'in olmasina engel degildir. Nasil ki Almanya'da Alman olmuyanlar, Fransa'da Fransiz olmuyanlar varsa bu ülkelerde hiç kimse "Almanya Almanlar'in degil, Almanya'da yasayanlarindir" deme hakkina sahip degilse, Türkiye'de de hiç kimse "Türkiye Türkler'in degil, Türkiye'de yasayanlarindir" deme hakkina sahip degildir.

Kürt'ü, Çerkez'i, Laz'i azinlik göstermeye yeltenen bu mozaik kafalara diyoruz ki: Bu vatanda Ermeni, Rum, Yahudi'den baska azinlik yoktur. Onlar da Türkiye Cumhuriyeti vatandasi olarak yeterince rahat yasamaktadirlar. Kürtler, Çerkezler, Lazlar ise bizim öz kardesimizdir. Çanakkale'de koyun koyuna yatanlar Artinler'le, Misonlar'la Mehmetler degil; Trabzonlu Ídrisler, Hakkarili Hasanlar, Ízmirli Aliler, Kayserili Mustafalar, Mehmetlerdir.

Yillardan beri ekmegini yedikleri mahfillerin kilicini sallayan Türk-Íslâm düsmanlarinin Anadolu tapusunu Etiler'e, Frigyalilar'a, Rumlar'a, çikarma çabasina Íslâm adina destek verenleri kiniyor, büyük Türk Milleti'nin hosgörüsü ve sabriyla fazla oynamamalarini tavsiye ediyoruz.

Ne kadar çirpinirlarsa çirpinsinlar "TÜRKÍYE TÜRKLER'ÍNDÍR" ve Cenab-i Allah'in yardimiyla "TÜRKÍYE TÜRK'TÜR, TÜRK KALACAKTIR."

18 Şubat 2008 Pazartesi

MHP Düşmanlığı Ortak Görevleri

“Bir yengece, doğru yürümesini asla öğretemezsiniz.”

Aristoteles’e ait bu sözden yola çıkarak, medyada MHP düşmanlığını meslek edinmiş kişilerin, bu konuda asla iflah olmayacaklarını ve kesinlikle bu histeri halindeki düşmanlıklarından vazgeçmeyeceklerini söylemek mümkündür.

Medyadaki bazı yazar ve yorumcular, belli bir müddet histerilerini bastırmaya çalışsalar da, nöbetlerinin ne zaman gelip, kriz haline dönüşeceğini kestirmek mümkün olmamaktadır.

Ama bu kadar yaşanan tecrübe göstermiştir ki, MHP bunların beyninde kesinlikle öncelikli düşmandır. Yeter ki, bu düşmanlığı harekete geçirecek sebepler oluşsun, onlar bu manadaki kabiliyetlerini gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında sergilemekten geri kalmamaktadırlar.

Bu köşeden kaç gündür, bu koronun mensuplarını bazen tek tek, bazen ikişerli-üçerli bir şekilde deşifre etmekteyim…

Bu kişileri, her konuda samimiyetsiz ama milletin milli ve manevi değerlerine saldırılar konusunda ortak noktada buluşan kişiler olarak görmekteyiz…

Milli ve manevi değerlerin koruyucu zırhı, milleti millet yapan unsurların yegâne eylem ve söylem olarak koruyucusu olan MHP, bu kişiler için yıllardır ortak düşmandır.

Bu MHP düşmanları için sağ ya da sol diye bir kavram kesinlikle söz konusu değildir. MHP’ye saldırı ekseninde her türlü kimlik ve kişilikte buluşabiliyorlar.

22 Temmuz seçimleri ve özellikle MHP’nin başörtüsü yasağı konusunda çözüme yönelik belirleyici tavrı sonrası, bir saldırı furyası başlamıştır.

Milli ve manevi değerlerle kim kavgalı ise kesinlikle MHP’ye de düşmanlığını yansıtmak zorunda ve bu şekilde tatmin olmaktadır.

Bu adamların genetiğini sanki MHP alerjisi ve düşmanlığı kaplamış durumdadır.

Bu zihinsel genetiği bozulmuş olanları, bu köşede zaman zaman sizlere çok yakından tanıttığım kanısındayım.

Gelin şimdi, MHP’ye saldırı ekseninde buluşan bazılarının kimlik, kişilik ve karakterlerini yansıtan özelliklerine bir projektör tutalım…

Mesela çok sık bir şekilde yayın grubu değiştiren, her değişiminde bir önceki patronunun ve yayın grubunun sırlarını yeni patronuna ve kamuoyuna aktaran Fatih Altaylı bunlardan biridir ve radikal derecede MHP düşmanıdır. Ben Fatih Altaylı’yı bildim bileli MHP’ye olan kinini, nefretini hiç eksik etmez… Hangi yayın grubuna geçerse geçsin, bu düşmanlığı asla değişmez…

Bu yüzden Fatih Altaylı’nın MHP’ye yönelik hezeyanlarına defalarca bu köşeden cevap verdim. Fatih Altaylı, MHP düşmanlığında listenin üst sıralarını zorlamakta ama medya ahlakı konusunda da en alt sıralarda yer almaktadır.

Bu eksenin isimlerinden biri de, şimdi milletin muhafazakâr değerlerinden uzak bir televizyon kanalında(ART), Mustafa Balbay’la birlikte ekranları süsleyen ve ara sıra kendisi ile yapılan söyleşilerde MHP düşmanlığı yaparak, liste içinde atak yapmaya çalışan Emin Çölaşan’dır.

Uzun yıllar bir yayın organında çalışarak itibarını, şöhretini ve servetini kazandığı patronuna, herhangi bir sebeple oradan ayrıldıktan sonra kin kusan, eski patronunun açıklarını ayrıldıktan hemen sonra kamuoyu ile paylaşan Emin Çölaşan ve benzerleri de, MHP’ye düşman koronun assolisti gibi nakaratlar dillendirmektedirler.

Emin Çölaşan, MHP düşmanlığı yapmadan önce, kalem ahlakını bu konuda korumalı ve bir zamanlar ekmek yediği patronunun özel görüşmelerini kamuoyuna aktaran dekoder gibi davranmamalıdır. Bu yazarın karakterini gösteren bir durumdur çünkü…

MHP düşmanlığı içinde birde, Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi şahsiyetlere geçmişte danışmanlık, basın müşavirliği yapıp, sonra hatıraları, sırları kitaplaştırıp, para kazanan Cüneyt Arcayürek gibi tiplerde, bu eksende rol sahibi olarak yerlerini almışlardır. O da gazete köşesinden MHP düşmanı koro içinde nasıl “öne çıkarım” derdindedir.

Geçmişte Bekaa Vadisi’ne gidip,(AB)-(D)ullah Öcalan’a gül uzatan, PKK’ya koalisyon teklif eden, "Kürt sorununa çözüm demokratik, federal, emekçi cumhuriyetidir. Türk milliyetçisi ve piyasacı düzen partileri Kürt illerinde iflas etti” diyen ve şimdi sözde Ulusalcı olanlar (Doğu Perinçek gibi)”MHP düşmanlığında en başaralı ben olacağım” diyerek, bu eksende en fazla ses çıkan ve yayın organlarını bu düşmanlık için dizayn edenler olmaktadır.

Sağ ve Sol ideolojilerde dava ve kavga adamı olarak şöhret
bulanlar ve 12 Eylül sonrası döneklik mertebesine ulaşarak yeni sıfatlar kazananlar (Karen Fogg'un çocukları, 2.Cumhuriyetçiler, Masonlar, ABD ve AB’ciler, Yeni Liberaller; M.Ali Birand, Hasan Cemal, Yalçın Doğan, Taha Akyol gibi) MHP düşmanlığında, televizyon ekranlarını ve gazete köşelerini mevzi olarak kullanmaktadırlar…

Bu saydığımız kişilerin ideolojik ve siyasi kıbleleri neresi olursa olsun MHP düşmanlığında yan yana gelebilmektedirler.

MHP düşmanlığında, sembol isim olarak zikrettiğimiz bu kişiler, kendi aralarında kanlı-bıçaklı olsalar bile, MHP düşmanlığında dost birliktelikler sergilemekte beis görmemektedirler.

MHP’ye düşmanlık konusunda böylesi birliktelikleri görünce aklıma hep şu Uygur atasözü gelmektedir: Köyün çomarları, birbirine küs olsalar da Kurdu görünce birleşirler.

Türk milliyetçileri, tescilli MHP düşmanlarının tahriki, saldırısı, fitnesi karşısında çok dikkatli olmalıdır. Bunları tanıyıcı-tanıtıcı tüm beyin hücrelerini açmalıdırlar.

MHP, inançları ve ülküleri ışığında Türk milleti ile bütünleşerek doğru hamleleri yapmaktadır.

MHP’nin milli ve manevi değerlere sahip çıkmasını, kendi ideolojik takıntıları, menfaatleri, hastalıkları ve düşmanlıkları ölçüsünde değerlendiren yazar ve yorumcular, ne yaparsa yapsınlar, bu bütünleşmeyi engelleyecek güçleri, destekleri yoktur…

Bu sembol isimlerini bahsettiğimiz yazar ve yorumcuların asla, düzelmesini, objektif olmasını, milletin milli ve manevi değerlerine saygılı olmasını, MHP düşmanlıklarını bırakmalarını beklemiyoruz… Bunun gerçekleşmesinin bir mucize olacağını biliyoruz.

Önemli olan bunların niyetini, amacını bilerek muhatap olmaktır.

MHP’ye saldırı ekseninde buluşan yazar ve yorumculara dikkat etmek, kısa ve öz Türkiye’nin varlığını korumak demektir.

Yıldıray ÇİÇEK / Ortadoğu Gazetesi

301

Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama…

Madde 301 - (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.

(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz

Yıllardır tartışması yapılan, kaldırılması gündemde olan ve kaldırılmak istenen anayasa maddesi 301… Anayasada bulunan diğer maddelere göre anlaşılması çok daha kolay bir madde... Avrupa Birliğine girmemize çok az kaldığından dolayı (!) kesinlikle kaldırılması gereken anayasa maddesi… Kaldırıldığı zaman Türkiye Cumhuriyetinde ekonomik büyümenin başlayacağı, işsizliğin azalacağı hatta biteceği, toplumsal dayanışmanın artacağı, terör olaylarının son bulacağı, hırsızlık, gasp, cinayet, yaralama ve buna benzer bütün suçların tamamen ortadan kalkacağı, uyuşturucu kullanımının tamamen sona ereceği hatta uyuşturucu denen illetin ortadan kalkacağı madde… Yani 301…

Evet, ciddi bir konu, evet bu yorumlar ciddiyetini biraz yitirdi. Peki, kaldırılması düşünülen 301. madde yi okuduğumuz zaman kaldırılması gerektiren bir durum var mı? Yani bu madde kaldırıldığı zaman neler değişecek bu ülkede? Bu maddenin anayasa da olmasından bu ülkede yaşayan kaç kişi rahatsız? Bu maddenin varlığını devam ettirmesi acaba hangimizi tedirgin ediyor?

Biliyoruz ki; bu ülkede yaşayan, bu ülkeyi seven, bu ülkenin çıkarlarına hizmet etmek isteyen hiç kimsenin anayasanın bu maddesiyle bir sorunu yok. Hatta anayasa da bu maddenin olması bizim ve bizim gibi düşünenlerin yani bu ülkede yaşayan 70 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bir dayanağı. Biz bu maddeye dayanarak bizlere küfür edenlerin cezasız kalmayacağını biliyoruz. Biz bu maddeye güvenerek bizim mensubu olduğumuz ve mensubu olmaktan gurur duyduğumuz Türk milletine hakaretin cezasız kalmayacağını biliyoruz.

Anayasanın 301. maddesi ateşten bir gömlek. Emperyalist Avrupa Birliğine karşı ya dik duracaksın, ya da büküleceksin. “Tamam değiştiririm ama bana biraz zaman ver zamanı gelince her şey olur ilk önce bu maddenin gereksiz olduğunu, ben ülkeme bir anlatayım zamanla her şey olur uygun zamanda ben bunu kaldırırım” diyeceksin.

Peki, nereden çıktı bu 301’in kaldırılması? Neden aydın kisvesinde bazı yazar-çizerler ve bazı siyasetçiler ve –demokratik toplum partisi- neden bu maddenin kaldırılmasından, kaldırılmasa dahi bu maddenin değiştirilmesinden taraftarlar? Avrupa Birliği uyum süreci… Avrupa Birliğine girmek istiyorsan bu maddeyi anayasandan çıkartacaksın. Avrupalı devletler bu tür maddelere sahipler ama “Türkiye Cumhuriyeti sen Avrupa Birliğine girmek istiyorsan bu maddeyi anayasandan kaldıracaksın?”

Avrupa Birliğine karşı değilim. Birlik her ne kadar ömrünü doldurmak üzere olsada ben Avrupa Birliğine karşı değilim ama eğer birliğe üye olunacaksa “ onurlu bir üyelik” den yanayım. Benim anayasamın temelini oluşturan değerlerin kaldırılmasına karşıyım. Bugün bizden 301 i kaldırmamızı isteyenlerin yarın Sevr’i bizim önümüze koyacaklarından emin olduğum için bu maddenin kaldırılmasına karşıyım.

Ben bir TÜRK milliyetçisi olarak Türklüğü alenen aşağılayan bir kişinin altı aydan otuz üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasından yanayım

Ben bir TÜRK milliyetçisi olarak yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşının alenen Türklüğü aşağılaması durumunda verilecek cezanın otuz üç katı arttırılmasından yanayım

Ben bir TÜRK milliyetçisi olarak TÜRK olduğum için gurur duyuyorum…

Son sözler Ulu Önderden;

“Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.”

“Eğer bende bazı fevkaladelikler görüyor, buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız.”

“Hayattaki yegâne üstünlüğüm, Türk doğmaktır! Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asli'yi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin.”

Nusret SEVEN

(Kaynak)

13 Şubat 2008 Çarşamba

Arvasi ve Mezhep Kavgası

Türk milleti, büyük ekseriyeti ile dindardır. Her türlü taasuptan uzak, berrak ve tertemiz bir dini inanca sahiptir. Dinini çok sever, onu yaşamak ve yaşatmak ister. Dindar aydın ve kadrolara büyük sempati duyar. Diğer dinlere, inançlara ve mezheplere karşı büyük bir müsamahası vardır. Başkalarının inançlarına karışmadığı gibi, kimse de kendi inançlarına ve yaşayışına karışmasın ister.

Türk; bütün tarihi boyunca böyle olmuştur ve böyle davranmıştır. Bazıları, Yavuz Sultan Selim Han'ın yaptığı Çaldıran Savaşı'nı bir mezhep kavgası sanırlar. Oysa durum tamamıyla başkadır. O zaman da İran'ın gözü Osmanlı-Türk topraklarında idi. Şiiliği ideoloji edinen İran siyaset adamları, ülkemize bu kanaldan sızmak ve yönetimi ele geçirmek istiyorlardı. İşte Yavuz Sultan Selim Han, düşmanın bu arzusunun, bir daha dirilmemesi için Çaldıran Savaşı'nı yapmış ve İran'ın emperyalist emellerini yerle bir etmişti. Şimdi Humeyni, bizden bunun intikamını almak istemektedir.

Aynı şekilde Sultan 2.Mahmut Dönemi'nde, İngilizler'in kışkırtması ile Hicaz'da ayaklanan Vehhabi Suudiler de imparatorluğumuzu bölmek istiyorlardı. Sultan'ın Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bunların üstüne gönderip Vehhabi Suudi isyanını bastırıp, elebaşlarını yakalatıp İstanbul'da idam etmesi de yine bir mezhep savaşı olmayıp, doğrudan doğruya bir devletin kendini koruması için verdiği mücadeleden ibarettir. Suudiler, bu acıyı unutmamışlardır.


Arvasi

BİZ BÜYÜRKEN KÜÇÜLENLER

Ülküdasim,
Türk milliyetçileri sagin-solun densizlikleriyle oyalanmak yerine, Türk milletini ötelere güçlü ve zengin bir sekilde tasima gayretindedir. Siyaset, Türk milliyetçiliginde mukaddes ülküyü gerçeklestirmek için bir vasitadir. Böyle oldugu için sokak politikacilarinin ucuz ve seviyesiz laklaklarina karsilik Türkün gelecegini ilgilendiren meselelere çözüm üretir Türk milliyetçileri...Neylersin ki, zaman zaman bizi nihaî hedefe götüren aracimizdan inip yoldaki haseratla ugrasmak zorunda kaliyoruz.

Cenab-i Allah'in yüz ve huy güzelliginin en mükemmel örnegi olarak yarattigi Türk'ün içinden, sayisi az da olsa "hilkat garibeleri" çikabiliyor.Bu tuhaf yaratiklar, hiçbir ilmî ve Íslâmî delile dayanmadan Türk olmanin, Türklügüyle iftihar etmenin ve Türklük için çalismanin karsisina çikarlar... Hem de Íslâm adina!Hristiyan-Bati dünyasinin yüzlerce sene süren Türkiye'yi Türk mezarligi yapma ve Anadolu'da Bizans'i diriltme rüyasinin yerli usagi olan bu güruhun ruh yapisini bilirsin: Müslümanligi kendi tekellerine alarak, Íslâmin bütün gönüllerde ve müesseselerde hakim olmasini önlemek; milleti evmeyi kökten reddederek, millî düsmanlarimizin bünyemizde meydana getirdigi tahribati hizlandirmak bunlarin temel iki vasfidir.

Seçime "Müslümanlarin sayimini yapmak için" giren bu hilkat garibeleri seçim kazandiklari bölgede belediye baskanlari ve oy verenleri "Bedr'in aslanlarina" benzetirler... Ortak paydalari devlet düsmanligi oldugu için bölücülerle, köünistlerle, itikat sapiklariyla isbirligi yapmaktan çekinmezler...

Ermeni taseronlari kuruluslarina gögüs gererken sehit olan polisimiz, askerimiz için parmaklarini oynatmazken, güvenlik güçlerimizin moralini bozacak, eskiyaya güç verecek iftiralari meydanlarda haykirirlar..Bütün bunlari daha dehsetli misalleriyle biliyorsun ülküdasim! Bugüne kadar, "din kardeslerimizdir" diyerek her türlü çirkinliklerini görmezlikten geldigimiz bu güruha karsi elbette bundan sonra da ayni anlayisla davranacagiz. Bizi tahrik etseler de, kendi mensuplarini bir arada tutabilmek için bize satassalar da tavrimiz degismiyecek.. Ancaak!

Ancak bunlarin gerçek yüzünü insanimiza gösterecegiz. Bunu yaparken asla hak ölçüsünden ayrilmiyacagiz; onlarin bize karsi kullandigi iftira silahiyla degil, Íslâmin emrettigi sekilde dogunun ortaya çikmasi için çalisacagiz.Öncelikle, Türküm demenin Íslâma ters oldugu yalaniyla kandirtiklari kardeslerimize millet için çalismanin suç olmadigini, milliyetçiligin yüce dinimizce yasaklanmadigini; Türk milliyetçiliginin, milletin maddî ve manevî kalkinmasinda itici güç oldugunu, Íslâmdan kaynaklandigini anlatacagiz. Ruhu oksayan birkaç sloganin cazibesine kapilip bu millet kaçaklarinin pesine düsen vatandasimizi, bu hilkat garibelerinin söz ve fiilerinden deliller getirerek uyandiracagiz.

Sevgili kardesim,

Arap Birligi'ni kurmak için olusturulan teskilatlara tebessüm eden bu elma yanaklilarin, "Türk Birligi"nden ne derece rahatsiz oldugunu bilirsin Türk'e sövdükçe cennete yaklastigini zanneden bu soy özürlüler, Milliyetçi Hareket güç kazandikça öfke sarasina tutuluyor.Vatandasimiz, her türlü yolsuzlugu bizim önliyecegimize; mezhep ve bölge ayrimi yapmadan bütün insanimizi kucakliyacagimiza; Türk Devletini yüceltecegimize; iktidar oldugumuzda kimseyi aç ve açik birakmiyacagimiza; Türkiye'yi tarimda ve sanayide modern aletlerle donatacagimiza; dis politikadan isçi-memur meselelerine varincaya kadar ne türde aksaklik varsa hepsini bizim düzeltecegimize kanaat getirerek Milliyetçi Hareketin saflarina katildikça bahsettigim "tatli su mücahitleri" haset atesiyle kivraniyorlar.

Evet ülküdasim, bütün engellemelere ve aleyhimize yapilan propagandalara ragmen Türk Milliyetçiligi davasi Türkiye'nin devlet sistemi olmak üzeredir.Bundan sonrasi bize düsüyor! Liderimizin ve teskilatimizin emrinde çalisarak, Türk-Íslâm kivilcimini bütün insanlarimizin yüregine ve beynine tasiyalim...
Görecegiz ki, tarihinden, atalarindan, kültüründen habersiz olan otlar kuruyacak; Türk'ün ulu çinari bir kat daha güçlenecektir.

Cebab-i Hak yar ve yardimcin olsun...
Allah'a emanet ol!..

(Ülkücüye Mektuplar)

9 Şubat 2008 Cumartesi

Türkiye’de Müslüman Türk Olmak

Milliyetçi Hareket Partisi, Türk milletine kendini adamış, ömrü boyunca bu uğurda mücadele etmiş, Başbuğumuz Alpaslan Türkeş tarafından kurulmuş ve Müslüman Türk milleti için çalışan ve bunun cefasını çeken bir partidir. Ama maalesef Türkiye’miz öyle vahim bir hale getirildi ki, kendi ülkelerinde Türk milliyetçileri dinlerini ve milliyetlerini savunmak zorunda kalmaktadır. Peki, kimlere karşı? Yine bu ülkede yaşayan ama bu ülkeye dair hiçbir değeri benimsemek istemeyen, Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve faziletine haiz olmayan, bu ülkeye ve bu millete kendini yabancı hisseden insanlara karşı.

Özellikle son yıllarda gündeme gelen ve tartışılan konuların en başında gelen ve halen gündemin birinci maddesi olan “başörtüsü” konusu Milliyetçi Hareket Partisinin çabalarıyla çözüme kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu yolda, at gözlüğü takmış ve bu at gözlüğünü çıkarmak istemeyen kimi zihniyetler buna mani olmaya çalışmaktadır.

Bu zihniyet, başörtüsünün bir Arap kültürü olduğunu ve Milliyetçi Hareket Partisinin de Arap kültürünü savunduğunu iddia edecek kadar da cahil bir zihniyettir. Onlar ki; kisve olarak kullandıkları Atatürk ve ilkelerini kendi zihinleri ve hayal dünyaları çerçevesine oturtmuş ülkelerinin ve milletlerinin temel değerlerinin farkında olmayan insanlardır.

Bu millete yabancı, Batıdan alınma fikirleri bu ülkeye yamamaya kalkarlar, Türk kültürü deyince de ; “modası geçmiş bunların, modernleşin artık” derler.

İslam’a düşmandırlar, başörtüsü rejimi yıkar derler ama kendileri her türlü ahlaksızlığı yaparlar.

Bunlar, bu ülke ve bu millet için canını ortaya koyarak mücadele eden Ülkücülere emperyalist uşağı derler, ama batının karşısında el pençe divan dururlar.

Demokrasi, insan hakları derler ama zulüm altında olan kendi medeniyetine mensup insanları görmezden gelirler

Avrupa’ya giderler Türkiye’yi şikâyet edip aydın olurlar, Türk Milletine iftira edip Nobel ödülü alırlar.

Bunlar seçim otobüslerine başörtülü bayan resmi koyarlar, Anadolu’da Şeyh Edebali’den dem vururlar “başörtülü hanımlar bizim de kardeşimizdir” derler, mesele çözüme gelince de rejim tehlikede, başörtüsü kabul edilemez derler

Daha dün Atatürk’ün rejimine karşı komünist devrim yapmaya kalkarlar Sovyetler Birliği yıkılınca da boşlukta kalırlar, birden bire saf Atatürkçü olurlar, ellerini kanlarına bulayarak şehit ettikleri milliyetçiler olunca da, milliyetçi kavramını kullanamayacaklarını bildiklerinden ulusalcı oluverirler

Bunlar, Atatürk ilkeleri zedeleniyor, irtica geliyor, rejim elden gidiyor derler, ama her türlü bölücülüğü kendileri yaparlar.

Şimdi bu insanlara, faydasının dokunup dokunmayacağını bilmeyerek, gerçek Atatürk’ü ve İslam dini hakkındaki hassasiyetini ve düşüncelerinin bir parçasını, Atatürk’ün kendi sözleriyle bir olaya dayanarak ortaya koymak istiyorum;

Türkiye cumhuriyetinin kurulduğu gün, yani 29 Ekim 1923 günü bir resepsiyonda Fransız gazeteci Magrice Perno, Atatürk’ün İslam dini ve siyaset hakkındaki görüşlerini merak eder ve sorar;

M. Perno: Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?

Atatürk: "Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz."

M. Perno: Zat-ı asilaneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?

Atatürk: "Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun'i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız."

Şimdi bu sözleri söyleyen Atatürk ile bu zihniyetteki insanların Atatürk’ü aynı mı, yoksa biz mi yanılıyoruz?

Türkiye’de Müslüman Türk olmanın bedeli bunlar mıdır?

Takdir Türk milletinindir…

Tanrı Türk'ü Korusun ve Yüceltsin!

Bekir Alim / Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Masası

6 Şubat 2008 Çarşamba

Yabancı İdeolojiler ve Türk Milliyetçiliği - Alparslan Türkeş

Türkiye’de iktidarların tek alternatifi, Milliyetçi Hareket ve Türk Milliyetçiliği ideolojisidir. Bugüne kadar diğer bütün alternatifler denenmiş, bunlardan hiç biri ülkemizi kalkındıramamıştır. İçerde güçlü ve kalkınmış, dışarıda milletler ailesine sözünü dinletecek bir Türkiye kuracağız. Yozlaşmış, yabancı sistemlerle bunun kurulabilmesi mümkün değildir.

Her vesile ile tekrarladığımız bir hususa yine temas etmek istiyorum. Bugün milletlerarası mücadelenin esasını, milli kültür ve ideolojiler teşkil etmektedir. Milletler mücadelesinden ibaret gördüğümüz tarih, göstermiştir ki, güçlü ve büyük olan her millet, diğerleri üzerinde hâkimiyet kurmak istemektedir. Milli sınırları aşan her taşma hareketi, kendisine beynelmilel bir ideoloji arar. Bundan dolayı da, bugün beynelmilel ideolojiler, emperyalizme aracılık etmektedir. Milletler ailesi şeklinde dünya düzenini, insanlığı mutlu edecek tabii bir kompozisyon kabul ettiğimiz için daima milli varlıklara saygılı olma esasına dayanan münasebetler kurulmasını savunuyor ve beynelmilel ideolojilere bu gerekçeyle karşı çıkıyoruz.

Türkiye’de görülen ideolojileri iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlar, yabancı kaynaklı ideolojiler ve yerli, milli ideolojilerdir.

Yabancı kaynaklı ideolojiler bizden hiçbir zaman iltifat görmemişlerdir, göremezler. Çünkü bu guruptaki ideolojilerin bir kısmı beynelmilelci karakterlerinden dolayı, emperyalizmin aracıdırlar. Yabancı kaynaklı olup ta beynelmilel karaktere sahip olmayan ideolojilere gelince; bunlar da, Türk düşünce hayatını dışarıya bağlı, güdümlü hale getirdikleri ve Türk milletinin tarihi gerçekleriyle ve iddialarıyla ilişkili bunmadıkları için, millet ve devlet hayatımızda yer almaları gayet tehlikelidir.

Bu kısa açıklama karşısında, ister kapitalist, ister Marksist, ister Nazist-Faşist menşeli olsun, bütün bu ideolojiler yabancı kaynaklı olduklarından Türk Milletine zararlı görüşlerdir. Birinciler emperyalizme aracılık eder, ikinciler Türk insanını kendi halinde düşünemez duruma sokar, milli tarihten ve toplumdan koparır ve bölücü, parçalayıcı, maceracı bir istikamete sürükler. Milliyetçi Hareket, Türk tarihinden, Türk milletinin binlerce yıllık mazisinden sürükleyip getirdiği kıymet hükümlerinden kuvvet alır; ideolojisinin temeli bu kutsal kaynaktır. Onun için Milliyetçi Hareket, yerli ve yüzde yüz milli bir görüştür.

Yabancı ideolojilerle savaşacak tek güçlü ideoloji, Türk Milliyetçi ideolojisidir. Türk Milliyetçiliği ideolojisi, iktidar olmadıkça, meselelerin görülüp, çözümlenmesi mümkün değildir. Millet ve ülkemizi bölmek isteyen her türlü yabancı ideoloji zehirlerinin panzehiri, Türk Milliyetçiliği ideolojisidir.

Milliyetçi Hareket, insan sevgisine, tam demokrasiye inanır. İnsanlığa düşman, insanlığı bölücü her sistem ve ideolojiye karşıyız. Amacımız, milli sınırlarımız içinde yaşayan bütün yurttaşlarımızı, hiçbir ayırım yapmaksızın, din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin kucaklamak, sevmek, insanca yaşama şartlarına kavuşturmaktır. Millet ve ülke bütünlüğümüzü bölücü, her türlü sınıfçı, mezhepçi ve ırkçı sistemlerin amansız düşmanıyız. Sınıfçı sosyalizme, kapitalizme, bunların birer sapması olan komünizme, faşizme ve nasyonel sosyalizme karşıyız. Başka milletlerin bir kültür ve tarih ürünü olan bu yabancı ideolojilerin Türk devlet felsefesinde yeri yoktur.

Faşizm, Nazizm ve Milliyetçiliğimiz

Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine duyulan derin sevgi ve inançtan kuvvet alan bir duygu ve şuur halidir. Türk Milletinin hür ve bağımsız olarak yaşamasını, yükselmesi gaye edinen bir harekettir. Türk milliyetçiliği binlerce yıllık şanlı, şerefli bir tarihe sahip bulunan Türk Milletinin her türlü esaretten kurtulma ülküsünün adıdır. Biz Türk Milliyetçileri olarak milli gayelerimizi siyasi bir hareket haline getirmek üzere çabalara girişmiş bulunmaktayız. Türk Milletinin içinde bulunduğu düşkünlük halinin devamında yarar umanlar ve Türklüğün son bağımsız kalesi olan Türkiye’yi tarih sahnesinden silmek isteyenler, Türk Milliyetçiliğinin can düşmanıdır. Bunlar Türk Milliyetçiliğini kötülemek ve Türk Milliyetçiliğinin siyasi aksiyonu olarak ortaya çıkan Milliyetçi Hareketi baltalamak için ona çeşitli iftiralarla hücum etmektedirler. Türk Milliyetçileri aleyhinde bugüne kadar her çeşit iftira ve yalan söylenmiştir. Bu iddia ve ithamların birçoğu birbirine zıt olmakla beraber gerek Türk kamuoyunu ve gerek dünya kamuoyunu aldatmak için hepsi de ısrarla kullanılmıştır. Türkiye’yi Kızıl emperyalizmin kölesi haline getirmek için çalışan komünistler ise, Türk Milliyetçiliğinin amansız düşmanlarının ön safında gelmektedir.

Bunların Türkiye’de durmadan tekrarladıkları iki öcü vardır. Biri “nazizm” diğeri de “faşizm”, her fırsatta ayaklanırlar ”Faşizme karşı el ele “, yahut “ ırkçılar kafatasçılar memleketi bölüyor” diyerek yaygara koparırlar. Böylece kendileri, hümanizme (insaniyetçilik), demokrasiyi, eşitliği savunan kavramları korumak için çabalayan kişiler gibi gözükürler. Sol basın, sol’un kontrolündeki radyo, televizyon ve yalınkat aydınlar da koroya katılıp faşizme ve nazizme karşıyız diye ver yansın ederler. Böylece komünizm meşru ve mubah hale getirmek istenir.

Faşizm, İtalya’ya mahsus, kooperatif bir sistemdir, hem de Marksistlere karşı bir reaksiyon olarak eski bir Marksist tarafından kurulup yürütülmüş bir harekettir.

Nazizm ise, Avrupa milletleri arasında kökü hali eskilere dayanan “Ari ırkın üstünlüğü” ve “Antisemitizim” ilkelerini siyasi bir tatbikat haline getiren Hitlerin Cermen ruhuna uygun bir doktrindir.

Manevi görüş bakımından faşizm katolik, nazizm anti klerikaldır. Dine karşıdır. Bunlar zaaf ve kuvveti ile başka cemiyetlerin başka milletlerin düzenleridir. Faşizm XIX uncu yüzyıla kadar, Avusturya, Fransa, İspanya arasında veraset yoluyla el değiştirmiş, bir türlü devlet yapısına girememiş, bir milleti toparlamak ve istilacı bir karaktere kavuşturmak emeliyle düşünülmüş prensiplerdir.

Cermenler Avrupa’yı istila ettikleri günden beri başka milletler üzerinde hakimiyet kurmuş, onları hüküm altında tutmuş olmalarına rağmen, kendileri tek bir devlet ve merkezi bir otorite etrafında toplanma vasfına ancak XIX uncu yüzyıl sonlarında Bismark’ın dehası sayesinde erişen bir millettir.Tek devlette yaşamaya alıştırmak ve bunun için de dışta ve içte düşmanlar olduğunu propaganda ederek, milli tesanadü sağlamak için ortaya atılmış bir görüştür.

Naziler bütün iyi şeylerin Cermen ırkı tarafından yapıldığını, Cermenlerden gayrı ırkların veya karışmış ırkların kötü vasıfta olduğunu iddia ederler, dünyaya dağılmış yahudilerin dünyayı fesada verdiğine inanırlar ve dünyayı düzeltmek için de fesat menbaı saydıkları yahudileri imha etmeyi ve diğer aşağılık kavimleri Cermenlere köle yapmayı düşünürler.

Antisemitizm (yahudi düşmanlığı) bütün Avrupa’da ve Hıristiyan dünyasında yaygındır. İsa’nın “Allah’ın oğlu Allah” olduğuna inanan ve İsa’nın yahudiler tarafından gerilmesini en büyük günah sayan Hıristiyanlığın ruhunda, bu günahın suçlularını cezalandırmak ve İsa’nın intikamını almak inancı, 2000 senelik bir köke maliktir. Bu sebeple bütün Avrupa devletleri zaman zaman yahudi katliamları yapmış, kitle sürgünleri tertiplemiştir. Hitler ve Nazi erkânı, kendileri antiklerikal olmalarına rağmen, bu hissi, siyasi hareketlerinde manivela olarak kullanmışlardır.

Görülüyor ki, Nazizmin Cermen cemiyetinde, faşizm İtalyan cemiyetinde tarihi kökleri vardır ve bu kavimlerin sosyal-psikoloji ile uyuşmaktadır. Türk Milleti tek devlet fikir ve tatbikatına en erken erişmiş bir millettir. Millet ve milliyet şuuru, bölgecilik, aşiretçilik, mezhepçilik gibi meselelerin daima üstünde olmuştur. Hatta Türklerin, Asya, Avrupa ve Afrika’da imparatorluklar kurduğu çağlarda bile devlet yine de tek olarak kabul edilmiş, doğudaki ‘Karakurum Han’ bütün Türk âleminin büyük hakanı sayılmıştır. Fatih’in İstanbul’u fethini müteakip büyük hakanlık Batıya geçmiştir.

XVI. asırdaki İran seferleri Özbek Hanı Muhammet Saybak, Safevi Şahı İsmail ve Osmanlı padişahı Yavuz Selim arasında büyük hakanlık mücadelesinden ibarettir. Bazılarının iddia ettiği gibi ne şii-sünni çekişmesi vardır, ne de Fars-Türk rekabeti vardır. Şah İsmail’in en güçlü kumandanı olan Ustaşlı Oğlu Mehmet Han, Beğdili boyundan bir Sünni Türkmen’dir. Yavuz’un ordusundaki Yeniçeriler Bektaşi idiler. Hatta Yavuz Sultan Selim’in
Bektaşi olduğuna dair, kulağındaki tek küpeye dayanan rivayetler ileri sürülmüştür. Şaybak Han -Şah İsmail mücadelesinde Şah İsmail’in yanında yer alan Sultan Ahmet Tembel de bir Sünni emiridir. Üstelik Şah’ın ordusunda bir tek (Fars Neferi) yoktur. Bu kavgalarda ‘İran’ tabiri ancak bir zemin ve bir coğrafya ifade etmektedir.

Devlet mefhumu ve milliyet şuuru bu derece sağlam ve köklü bir milletin dış tehditler icat ederek birleşme duygusu uyandırmaya da ihtiyacı olmamıştır. Onun için Türk Milliyetçiliği saldırgan da değildir.

Türk Devletinin ilkesi ve Türk milletin ülküsü Cihan sulhu ve Nizam-ı Âlem temininde tecelli etmiştir.

Nizam, adalet ve barış ülküsü ile cihat eden bir millet şüphesiz başka kavim, din ve ırklara düşmanca da davranamazdı, onun içinde davranmamıştır.

Başbuğ Alparslan Türkeş

Ortadoğu ve Türkiye - Alparslan Türkeş

Osmanlı Devletinin Rolü

Türkiye Cumhuriyeti on altı imparatorluğun devamı ve Osmanlı Devletinin mirasçı sı dır. Osmanlı Devleti Kırım'dan Ye inen'e, Kafkasya'dan Cezayir'e kadar uzanan sahadaki milletlerin barış ve huzur içinde yaşadığı bir imparatorluktu. Bu devlette Türk Hakanlığı -İslam Halifeliği- Roma Kayzerliği birleşmiş, tebaa hukuk ve İmkan eşitliği içinde hür yaşayışlarını sürdürmüş idiler. İmparatorluğu teşkil eden bölgelerden hiçbirisi sömürge değildi. İktidarın indinde hiçbir kavim diğerinden aşağı tutulmamıştı. Osmanlı ordusunda bir Konyalı subayın emirberi Cezayirli, bir Libyalı subayın postası Bağdatlı olabilirdi.

Devlet bu hür, adil ve müsamahakar vasfı ile üç kıta'nın bağlantı yerinde barışı kuruyor ve koruyordu. İmparatorluğu teşkil eden bölge milletleri de kendilerinin olan devletin her bölgesini aynı kuvvetle savunmaya çalışıyorlardı.

Doksan üç Savaşı namıyla anılan 1877 Rus-Türk Harbinde Filistin alayının bütün erleri bir tanesi dönmemek üzere Plevne'tle şehit oldular. 1911 İtalyan tecavüzünde Mustafa Kemal, Enver Paşa, Fethi Bey gibi subaylar Libyalı aşiretlerle ve Libya Kralının ceddi olan Şeyh Sunu si ile birlikte Trablus Garbı korumuşlardı.

Devlette İçtima etmiş milletler ve bölgeler, hiçbir ayrılık gayreti göstermemişlerdir.

Ancak sanayi inkılabının bölgede geç idrak edilmesi, sanayileşmiş devletlerin bu büyük blok üzerinde iştiha duymalarına sebep olmuş, bu devletlerin sanayici güçleri ile Rusya'nın emperyalist emelleri birleşerek bu b I okun dağıtmasına amil olmuşlardır. Dünya Barışının kurulması ve korunması için büyük bir denge unsuru olan ve Akdeniz emniyetini sağlayan Osmanlı kudreti kendini teşkil eden milletlerin menfaat ve İradesi hilafına dış tesir ve tazyiklerle Birinci Dünya Savaşı'nda yıkılmış ve Lozan barışında bu yıkılma bize de tasdik ettirilmiştir.

İmparatorluğu teşkil eden bölgeler İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından bölünmüş ve hakiki sömürge hayatı başlamıştır. İkinci Dünya Savaşının sonunda bölgelerin milletleri istiklallerini kazanarak bugünkü statü teşekkül etmiştir.

Bu bölge ticari, iktisadi askeri ve manevi bir bütün teşkil eder. Üç kıt'a arasındaki deniz, kara ve hava yolları bu bölgeden geçer ve eski dünyanın irtibatlandığı yerdir.

Demir, kömür, pamuk, buğday, petrol gibi onsuz olunmaz maddeler bölgede kendine yetecekve dünya piyasasını etkileyecek miktarda mevcuttur

Türkiye demir-kömür ve diğer madenleriyle bölgenin ağır sanayi illerini Irak ve Suriye buğday ve pamuğunu; İran, Kuveyt, Bahreyn ve Arabistan petrolünü temin ederek bir iktisadi bütün teşkil ederler. Karadeniz, Akdeniz, Killideniz ve Hint Denizi ile çevrili olan bu saha milletlerarası siyasette bütün stratejik manevralara müessir ve kendisi üç kıt'ya ve dolayısıyla dünya muvazene ve mücadelesinde ihmali mümkün olmayan bir ağırlık teşkil eder.

Bu bölge insanlarının hepsi İslam dinindedirler. 1300 senedir aynı kıbleye yönelir, aynı kitabı okur, aynı duayı ederler, 400 sene aynı bayrağı öp taşıdılar, 400 sene Türk bayrağı Kâbe'ye çekildi. Bunun meydana getirdiği manevi ve hissi birlik her çeşit hesabın ötesinde bir kuvvettir. Netice olarak diyebiliriz ki, yukarıda sayılan şartlar Ortadoğu devlet ve milletlerini hiçbiri için vazgeçilmez tamamlayıcılar haline getirmiştir. Bu devletler arasında tahakkuk edecek bir müşterek siyaset sulh, sükun ve huzur amili olacaktır.

Bazı garip düşünceli kimseler teokratik devletlerle işbirliğinin laikliğe aykırı olduğu iddiasında bulunmaktadırlar. Bunlar eğer kasıtlı değilse, manasız mütalaalardır. Zira Türkiye, teokratik İngiltere ite ittifak halindedir.

Devletlerarası münasebetler milletlerin yararına göre düşünülür.

Kapitalist Amerika ile komünist Rusya, emperyalist İngiltere İkinci Dünya Savaşında ittifaktan kaçınmamışlardır. Şu veya bu prensip uğruna millet menfaatlerini haleldar etmek devlet adamlığı ile kabili telif değildir.

Hükümetin dış siyaseti heves kar ziyaretlerle yönetilir sanılmaktadır. Ortadoğu memleketlerini taciz ve tehdit eden Mısır; Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimi ile menfaat birliği kurmuş, Yugoslavya ile işbirliği teşebbüsleri platonik bildîriler teminine bile güç yetiremez.

Türkiye hükümetleri diplomatik deneme ziyaretleri ile dış münasebetler kurulamayacağını bilmelidirler. Tecrübeli diplomatların hiç de az bulunmadığı Hariciye Vekâleti teknisyenlerinin mütalaalarına itibar edilmeli ve siyasilerin tecrübe noksanı onların bilgisiyle tamamlanmalıdır. Türkiye kuvvetli, müstakar ve iyi niyetli bir güney siyaseti tatbik etmelidir. Milli menfaatlerimiz bu yöndedir.

Ortadoğu, jeopolitik durumu ve iktisadi zenginlikleri ile temsil ettiği medeniyeti ve etnik yapısıyla dünya istikrar ve barışının kilididir. Bugünkü durumu İle Ortadoğu, Afrika kirasıyla beraber. Batı Avrupa'nın sebze, meyve bahçesi, zahire anban, maden ve hammadde kaynağı, Avrupa sanayinin muhtaç olduğu ucuz insan gücü kaynağı ve sanayinin çıkardığı malların elverişli pazarı durumundadır. Ortadoğu'nun huzur ve barış içinde bulunması dünya barışı için şarttır. Bu bölge, eski zamanlardan beri Batı Dünyasının ilgilendiği bir bölge olmuştur. İkinci Cihan Savaşından önce büyük ölçüde İngilizlerin ve onun yanı sıra Fransızların kontrolünde bulunmuştur. İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra Nato ittifakı içerisinde yer alan bu devletlerle beraber, A.B.D.'nin kontrolü altına girmiştir. Fakat Sovyetlerin değişen deniz stratejisi ve İsrail-Arap zıddiyetinin Araplarda meydana getirdiği tepki dolayısıyla Mısır, Suriye ve Irak'ta Sovyet Rusya'nın tesir ve kontrolü başladı.

Ortadoğu içerisinde Türkiye, coğrafya yapısı bakımından bölgeye gelen ve bölgeden çıkan bütün yollara hakim bir kale durumundadır. Osmanlı Devleti, birleşik bir Orta Avrupa, Balkan devleti ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika devleti olarak kurulmuş ve faaliyet göstermiştir. Bu İmparatorluk, bölgede barış, huzur ve büyük kalkınma sağlamıştı. Birbirlerine zıt çeşitli milletleri ve İnsanları ahenkli bir idare içinde, onları ezdirmeden yaşatmış ve huzura ulaştırmıştı. İkinci Cihan Savaşı sonunda belirmiş olan Sovyet saldırısı ve tehditleri karşısında AB ve Batı Dünyası Türkiye'nin sağladığı koruyucu örtü ve savunma gücünden yararlanma yolunu tuttular. Yunanistan'la birlikte Türkiye'yi NATO ittifakına alarak, Ortadoğu'daki menfaatlerini bu iki devletin yardımı ile güvenlik altında bulundurma yoluna gittiler. Bu sırada Filistin'de İngiliz ve Amerikalıların da yardımı ile bir İsrail Devleti kuruldu.

Başbuğ Alparslan Türkeş

Milli Savunma Siyaseti - Alparslan Türkeş

Bir milletin bağımsız, hür, güçlü ve müreffeh bir devlet halinde yaşaması en mutlu bir ülküdür. Yeryüzünde bugün medeniyetin en çok ileri gittiği ve Bileşmiş Milleter teşkilatının bulunduğu bir gerçek olmakla beraber her milletin hayatı kendisinin alacağı savunma ve güvenlik tedbirlerine bağlıdır. Dostumuz ve kardeş bir memleket olan Pakistan’ın, yakın yıllarda uğradığı saldırılar ve başına gelenler göstermiştir ki her millet milli haklarını ve menfaatlerini koruyabilmek için kuvvetli olmaya ve kendi güveliliğini teminat altında bulundurmaya mecburdur. Böyle olmadığı takdirde ne Birleşmiş Miletler teşkilatı, ne İnsan Hakları beyannamesi bir devletin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaya yeterli olamaz. Türkiye cumhuriyeti olarak bizde kendi güvenliğimizi ve milli savunmamızı güçlü bulundurmaya mecburuz. Bugün modern silahlar, araç ve gereçler çok ilerlemiştir. Sanayi gücüne yüksek ilim ve teknik güce ihtiyaç göstermektedir. Milletimiz henüz ilimde, teknikte ve sanayide ileri gidemediği için milli savunmamızla ilgili silahları, araç ve gereçleri kendimiz yapamıyoruz. Bunları ya müttefiklerimizin yardımında elde etmek veya para karşılığı satın almak zorundayız. Bugünkü ileri modern silahlar ve araçlar ise çok pahalıdır. Fakat bir milletin bağımsızlığı ve hürriyeti her şeyden üstündür. Devletimiz korunması, vatanımızın bütünlüğünün güvenlik altında bulundurulması her fedakârlığa değecek husustur. Bunu için Türkiye kendi bulunduğu bölgede Sovyetler birliği dışında bütün komşularından tek tek, milli savunma gücü bakımından üstün olmalı ve bu üstünlüğü devam ettirmelidir. Bunu yaparken iktisadi ve içtimai kalkınmasını baltalamamanın yolunu da bulmak yöneticilerden beklenen bir görevdir.

Başkalarına iyi niyetle inanarak güven içinde yaşamak mümkün değildir. Türkiye’yi yönetenler geçmiş yıllarda ağır hatalar işlemişler ve Türkiye’nin milli güvenliğini ihlal etmişlerdir. Her şeyden evvel kendi silahlı kuvvetlerimize dayanmak mecburiyetindeyiz. Sovyet birliği dışında kalan komşularımızın silahlı kuvvetlerinden daha üstün kuvvetlere sahip olmak, Türkiye için değişmez bir milli siyaset olmalıdır. Türk milletinin vasıfları ve cumhuriyetin kuruluşundan beri izlenen barışçı tutum, Türkiye’ye kendisini diğer milletlere anlatmak hususunda yaralı bir faktördür.

Ortadoğu ve Uzakdoğu şaşırtıcı ve büyük olaylara gebe bulunmaktadır. Milli birlik ve beraberliği her şeyin üstünde tutarak iç siyaset kaygılarının üstüne çıkmak ve milli varlığımızın, bütünlüğümüzün korunması için feragatli, sabırlı, vefakar, olayların önünde giderek, büyük hamlelere girişmek zorundayız.

Başbuğ Alparslan Türkeş

5 Şubat 2008 Salı

TURANCILIK

Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için, Türk ve Turan topluluklarının sınırlarını belirlemek gerekir. Türk, bir milletin adıdır. Millet, kendisine özel bir kültüre sahip olan topluluk demektir. O halde, Türk'ün yalnız bir dili, bir tek kültürü olabilir.

Oysa ki Türk'ün bazı kolları Anadolu Türklerinden ayrı bir dil, ayrı bir kültür yapmağa çalışıyorlar. Mesela, Kuzey Türkler'inden bir kısım gençler bir Tatar dili, bir Tatar kültürü oluşturmaya çalışmaktadırlar. bU hareket, Türklerin başka bir millet, olması sonucunu verecektir. Uzata bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir yol izleyeceklerini bilmiyoruz. Bunlarda birer ayrı dil ve edebiyat, birer ayrı kültür oluşturmaya çalışırlarsa, Türk milletinin sınırı daha daralmış olur. Yakıtlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bunları Türkiye Türkler'in bulundukları için, bunları Türkiye Türkleri'nin kültürü dairesine almak daha güç görünüyor.

Bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, özellikle Oğuz Türkleri yani Türkmenleredir. Türkiye gibi, Azerbaycan, İran, Harzem ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uyruğundandır. Bundan dolayı, Türkçülükteki yakın idealimiz (Oğuz Birliği) yahut, (Türkmen Birliği) olmalıdır. Bu birlikten amaç nedir? Siyasi bir birlik mi? Şimdilik, hayır! Gelecek hakkında bugünden bir yargıya varamayız. Fakat bu günkü idealimiz Oğuzların yalnız kültürce birleşmesidir.

Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadırlar. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak, görürüz ki, birinde bulunan bir ilin veya boyun diğerlerinde de dalları vardır.Mesela, Harzem'de Tekeler'le Sarılar'ı ve Karakalpaklar'ı görüyoruz. Yurdumuzda Tekele, bir sancak teşkil edecek kadar çoktur; hatta, bir bölümü zamanında Rumeli'ye yerleştirilmiştir. Türkiye'deki Sarılar, özellikle Rumkale'de otururlar. Karakalpaklar ise, Karapapak ve Terekeme adaların alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan yörelerindedir. Harzem'de Oğuz'un Salur ve maralı boylarıyla Çavda ve Göklen (Karluklardan Kealin) illeri vardır. Bu adlara Anadolu'nun çeşitli yerlerinde rastlanır. Göklen, kendi adanı Van'da bir köye Gök oğlan şeklinde vermiştir.

Oğuz'un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye'de gerek İran'da ve Azerbaycan'da vardır. Akkoyunlular ile Karakoyunlular bu üç ülkede yayılmışlardır. O halde Harzem, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri, Türk etnografyası açısından aynı uruğun yurtalırdır. Bu dört ülkenin bütününe Oğuzistan (Oğuz ili) adanı verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi, bu büyük ülkede yalnız bir tek kültürün hakim olmasıdır.

Oğuz Türkleri, genellikle oğuz Han'ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri, birkaç yüzyıl öncesine gelinceye kadar, birbiriyle yakından ilgili bir aile biçiminde yaşarlardı. Mesela Fuzuli, bütün Oğuz boyları içinde bilinen bir Oğuz şairi idi. Korkut Ata Kitabı Oğuzlar'ın resmi Oğuznamesi olduğu gibi, Şah İsmail, Aşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi hak eserleri bütün oğuz iline yayılmıştır.Türkçülüğün uzak ideali ise, Turan'dır. Turan, kimilerinin sandığı gibi, Türklerden başka, Moğolları, Tunguzları, Finuvaları, Macarları da içine alan kavimler karması değildir. Bu zümreye bilim dilinde Uralo - Altay topluluğu denilir.

Bununla beraber, bu sonuncu topluluğun içindeki kavimlerin dilleri arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz ispat edilememiştir. Hatta bazı yazarlar Ural kavimleriyle Altay kavimlerinin bir birinden ayrı iki topluluk oluşturduğunu ve Türklerin Moğollar ve Tunguzlarla beraber Altay grubunu Finuvanlarla Macarların da Ural gurubunu oluşturduklarını iddia ediyorlar. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla dil akrabalığı olduğu da henüz ispat edilmemiştir. Bugün bilim açısından tartışılmaz olan bir gerçek varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak, tatar, Oğuz gibi Türk boylarının dilce ve gelenekçe kavmi bir birliğe sahip olduğudur. Turan kelimesi, Türlar yani Türkler demek olduğu için, sadece Türkleri içine alan bir birliğin adıdır. O halde, Turan kelimesini bütün Türk boylarını kapsayan Büyük Türkistan'a karşılık kullanmamız gerekir. Çünkü Türk kelimesi, bugün, yalnız Türkiye Türkleri'ne verilen bir isim haline gelmiştir. Türkiye'deki Türk kültür dairesinde olanlar elbette yine bu adı alacaklardır. Benim inancıma göre bütün Oğuzlar, yakın bir zamanda bu isimde birleşeceklerdir. Fakat, Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar ayrı kültürler oluştururlar ise ayrı milletler durumuna geleceklerinden yalnız kendi isimleriyle anılacaklardır. O zaman, bütün bu eski akrabaları kavmi bir topluluk halinde birleştiren müşterek bir isme gerek duyulacak, iste bu ortak isim Turan kelimesidir.

Türkçülerin uzak ülküsü Turan adı altında birleşen Oğuzları, tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları, dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir. Bu idealin bir gerçek haline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın idealler için bu yön aranırsa da, uzak idealler için aranmaz. Çünkü uzat ideal ruhlardaki heyecanı sonsuz bir dereceye yükseltmek için, ulaşılmak istenilen, çok çekici bir hayaldir. Mesela, Lenin, Bolşeviklik için kayın ideal olarak "Kollektivizmi", uzak ideal şeklinde de "Komünizmin ne zaman uygulanacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Bu Hazret-i Muhammed'in cenneti gibi, ne zaman ve nerede görüneceği bilinmeyen bir şeydi."
İşte, Turan ideali bunun gibidir. Yüz milyon Türk'ün bir millet halinde birleşmesi, Türkçüler için en güçlü bir heyecan kaynağıdır. Turan ülküsü olmasaydı, Türçülük bu kadar hızla yayılmayacaktı. Bununla beraber, kim bilir? Belki, gelecekte Turan idealinin gerçekleşmesi de mümkün olacaktır. Ülkü geleceğin yaratıcısıdır. Dün Türkler için hayali bir ülkü olan milli devlet, bugün Türkiye'de bir gerçek halini almıştır.

O halde Türkçülüğün, idealinin büyüklüğü noktasından, üç dereceye ayırabiliriz:
1) Türkiyecilik
2) Oğuzlar veya Türkmencilik
3) Turancılık,

Bugün, gerçekli sahasında, yalnız "Türkiyecilik" vardır. Fakat, ruhların büyük bir özleyişle aradığı Kızıl Elma, gerçeklik sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk köylüsü, Kızıl Elma'yı hayal ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Gerçekten, Turan ülküsü geçmişte bir hayal değil, bir gerçekti. Milattan 210 sene önce Kun hükümdarı Mete Kunlar (Hunlar) adı altında bütün Etürkelir birleştirdiği zaman Turan ülküsü bir gerçek haline gelmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Göktürkler, Göktürklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız-Kazaklar, daha sonra Kur Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak Zühre Timurlenk Turan idealini gerçekleştirmediler mi?

Turan kelimesinin anlamı bu şekilde sınırlandırıldıktan sonra, artık Macarların, Finuvaların, Moğolların, Tunguzların Turan ile bir ilgilerinin kalmaması gerekir. Turan, Türklerin geçmişte ve belki de gelecekte bir gerçek olan büyük vatanıdır.Turanlılar, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerekten varsa, bunun kendisine özel bir ismi olduğundan "Turan" adına ihtiyacı yoktur.

Bir de bazı Avrupalı yazalar, Batı Asya'da aslen Samilere veya Arilere mensup olmayan bütün kavimlere "Turani" adını veriyorlar. Bunların anacı bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu belirtmek değildi. Yalnız Samilerle Arilerden başka kavimler olduğunu anlatmak içindir.

Bundan başak, bazı yazarlar da, Şehname'Eye göre Tür"" ile "İrec" in kardeş olduğuna bakarak, Turakh'ı eski İran'ın bir kısmı saymaktadırlar. Oysa ki, Şehname'ye göre, Tür ile İrec'in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı "Selem" dir. "Selem" ise, İranlı bir boyun dedesi değil, bütün Samilerin müşterek atasıdır. O halde Feridun'un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh'un oğulları gibi eski etnografik ayırımların adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki "Turan", İran'ın bir parçası değil, bütün Türk illerini8n hepsini içine alan Türk topluluğundan ibarettir.

Ziya Gökalp

Kaynak

3 Şubat 2008 Pazar

Kongre Gülleri

Degerli kardesim, can ülküdasim,
Bu ay basinda sana yazdigim mektupta, "Milliyetçi Hareket'in büyük güç kazanmakta oldugunu, ayni zamanda birligimizi bozmaya yönelik oyunlara karsi dikkat etmemiz gerektigini" isaret etmistim. Bu mektubuma verdigin karsilikta "Bu oyunlarin neler oldugunu, konuyu biraz daha açik sekilde yazmami" istemissin.

Sevgili kardesim, biliyorsun bazi seyleri tenkit ederken hareketimize zarar vermemesine hassasiyet gösteriyoruz. Bugün hemen hemen toplumun her kesminden Milliyetçi Hareket'e akin var. Parti gerek Büyük Millet Meclisi'nde gerekse vatandas nezninde itibarini artirmaktadir. Millet MHP gerçegini gördü. Yapilacak ilk genel seçimde iktidar olacaktir. Íktidara giden bir hareketin yelpazeyi genis tutmasi da muhakkaktir. Íste bu anlamda partimize iltihaklar yapilmaktadir. Çesitli partilerde görev alan pek çok gönüldasimiz fiilen MHP çatisi altinda toplanmaktadir. "yuvaya dön" çagrisi büyük ölçüde kabul görmüstür. Buraya kadar her sey normal olmasina normal de bazi art niyetlilerin de açik kapidan sizmasi ihtimal dahilindedir. Bu art niyetliler kim olabilir? Tabii ki, her geleni "kavun gibi koklamamiz" mümkün degildir. Biz bugün için onlarin beyanlarina göre hareket etmek mecburiyetindeyiz.

"Kardesim, sen yillardir su partide aleyhimize çalistin!" diyemeyiz. Çünkü artik geçmisine bir çizgi çekerek bizim saflarimiza Milliyetçi Türkiye'nin kurulmasi için çalisacaklarini söylüyorlar. Partimizin ilçe, il ve genel merkezindeki yetki sahipleri, harekete katilan isim yapmis kisiler hakkinda son sözü söyleyecektir. En iyi degerlendirme bu yetkili kurullarda yapilmaktadir. Gelenlerin samimiyet derecesi mutlaka bu yetkili organlarca arastirilmaktadir. Bazi il ve ilçelerde kongreler yapilmakta, bu kongrelerin bazilarina tabii olarak birden fazla kisi aday olmaktadir. Aday sayisinin çok olmasi rekabet imkâni saglamak açisindan faydalidir. Rekabet daha fazla çalismayi gerektirir. Bu da seçim yapilacak merkezlerde devamli canli kalmayi saglar.

Biliyorsun, bizim kongremizde "kaybeden" yoktur. Herkes "kazanir". Fakat aci olan bir sey vardir ki, bunu görmemezlikten gelemeyiz: Sayilari az da olsa nefsini, davasina tercih eden bir takim kartvizit ülkücüleri "ben olmazsam olmaz" havasina girmektedir. Gayesi Hareketi degil kendisini bir yerlere getirmek olan bu zavallilar, kongre zamanlarinda ortaya çimakta adeta "kanarya sevenler dernegi"nin yönetimine girecek gibi kulis faaliyeti yapmaktadir. Karsisindakinin delege delege dolasarak "ben söyleyim, o böyledir" propagandasina tenezzül etmektedir. Ülkücü- Milliyetçi Hareket'in teskilat baskanligina soyunanlar herseyden önce temiz bir maziye sahip olmalidir. Lider-Dava-Teskilat esaslarini bugün kabul eden bir insan, yarin baskanliga aday olabilir, ancak bu "altin üçgen"e ülkücülük adina ihanet etmis olanlarin oturup iyice düsünmesi gerekir.

"Özür dilerim, yanlis yapmistim. Simdi anasindan yeni dogmus bir çocuk gibi saf olarak araniza kabulümü bekliyorum..." diyene gönül dolusu "hosgeldin"den baska lafimiz olamaz. Fakat iki lafindan biri Türkes ve MHP düsmanligi ile dolu olan karanlik kisilerin yörüngesindeki kisilere detemkinli davranmamizdan daha tabii birsey yoktur. Bir zamanlar adini, nüfuzunu kullanarak MHP'li milletvekili ve belediye baskani adaylarinin karsisina dikilen; egilip bükülmemis ülküdaslarimizin birçok oyla seçim kaybetmelerine sebep olan iyi gün "ülkücülerinin"kongre zamanlarinda ortaya çikmasini endiseyle takip ediyoruz. Yukarida dedigim gibi Milliyetçi Hareket'i daha ilerilere götürmek, Üç Hilal'i daha yükseklere çikartmak isteyen her ülkücü baskanliga talip olabilir. Bu ugurda "mesru" olarak mücadele edebilir...

Kendisiyle bir baska gönüldasinin kazanmasi arasinda fark görmez. Yine her ülkücü iyi bir "bas"a sahip olmak ister. Bu basin adi hiç bir saibeye bulasmamis, Hareket aleyhine çalisan odaklarin arasinda geçmemis olmalidir. Daha düne kadar MHP'nin güçlenmesini kendi sonu olarak gören partilerin güdümünde hareket eden, o partiler için üye kaydi yarisina girenler hak ettigi cevabi uyanik ve yüksek anlayis sahibi delegelerden alacaktir. MHP'liler kimin dost, komon düsman oldugunu bundan evvel yasadiklari aci tecrübeler sayesinde ögrenmistir. "Isirildigi bir delige ikinci defa el somayacak kadar" feraset sahibi olan ülkücüleri hamasî nutuklarla kandirmak mümkün degildir.
"Dün olan sey, bugün de olabilir" matigiyla hareket edecek olursak, diyebiliriz ki, "dün bu serefli harekete ihanet edenler, yarin da ayni hareketi tekrarliyabilir!"

Yigit ülküdasim, "amma da avhamlisin. Olaya bir de olumlu açidan bak: Mazide çirkin davranislar gösteren birisi, bgün iyi niyetlerle aramiza katilabilir. Bu durumda güç artiririz..." diyebilirsin. Bu noktada seninle hemfikirim lakin, sen de bilirsin ki, "seb kaynamakla olurmu seker, soyunu bildigim soyuna çeker" diye bir sözümüz vardir. Nasil bir karektere sahip oldugunu iyi bildigimiz insanlarin ülkücü hareket'te yöneticilige oynamasina itiraz ediyoruz. Tabii ki, son söz delegelerin ve teskilat otoritesinindir. Biz teskilata ve davaya zarar vermeyecek sekilde bahsettigimiz tiplerin zihniyet portresini çizmekteyiz.

Zafer günesinin dogmak üzere oldugu su günlerde hiç bir gölgeye tahammül edemeyiz. Kaybedecek ne bir gönüldasimiz ne bir saniyemiz vardir.Milliyetçi Hareket'in yönetim kadrosunda görev almak isteyenler bu suurda olmalidir. Agabeycilik, adamcilik" yerine davanin selametini düsünen insanlara "evet" demeliyiz. Ísaret ettigim parazitler ayiklandiktan sonra davaya daha çok hizmet edecegine emin oldugumuz; karanlik kisi ve kuruluslarla hiçbir sekilde isbirligine girmemis ülküdaslarimizdan birine "emaneti teslim etmeliyiz."

Ülkücüye Mektuplar

1 Şubat 2008 Cuma

KUTLU YOLUN ŞAŞKINLARI

12 Eylül'den sonra müslüman olanlari bilirsiniz.Yok canim Türkiye disindaki isçilerimizin gayretleri neticesinde Íslâmi kabul edenlerden sözetmiyorum. Su andan, babadan müslüman olup da 13 Eylül'de "hidayete" eren "bizimkilerden" bahsediyorum.

Bugünlerde yeniden günes görmüs yilan gibi tas aralarindan kafalarini uzatan bu meczuplarin tislamalarini duyuyoruz.

"Kafayi çekip çekip kanimiz aksa da zafer Íslâmin diye çok bagirdim" diyor bunlardan biri. "Çok sükür uyanmis ve ülkücülükten teberri etmis..." Sanki kendisine kafayi çek ve sonra ortaya çikip "zafer Íslâmin" diye nara at diyen varmis gibi...

Birisi de "oruç yer, oruç tutmayanlari döverdik" diye büyük bir sirri ifsa ediyor(!). Be mübarek, hangi Ocak'ta hangi baskan sana oruç ye, sonra da git oruç tutmayanlari döv dedi!Eger sen bes para etmez kalibinla Ocagima girip insan varliginin jayvanî tarafini terbiye edemeyip, ahlakini güzellestiremediysen ben ne yapayim.

Kabe'ye her yil onbinlerce tasit gidiyor amma hiç birisi haci olamiyor.Kildigi namaz adami kötülüklerden alikoymuyorsa namazin ne suçu var. Tuttugu oruç giybetten, hasetten uzaklastirmiyorsa aç durmanin ne âlemi var.

12 Eylül'den önce ya komünist olup "ne Amerika, ne Rusaya, ne Çin; her sey milliyetçi Türkiye için" diyerek Türk milletinin sonsuza kadar hür ve güçlü olarak yasamasi için çalismak siklari vardi. Ülkücülügü tercih edenler pesin olarak büyük bir "çikar" saglamislardir: Kendilerini korumak!

Hem adi geçen ser güçlere karsi Íslâmi ve millî degerleri savunan, devleti koruyan (gerçi hiç kimse onlara devleti koruyun dememisti.) hem de kendisini yarinin Milliyetçi Türkiyesine hazirlamak zorunda olan ülkücü hareket-tesbihte hata olmaz ya-yedi sekiz çocuguyla bir evin islerini omuzlayan kocasiz bir kadina benziyordu. Düsünün bir kere namusunuzu koruyacaksiniz, o kadar çocugun ihtiyacini karsiliyacaksiniz; yemeklerini pisirecek, bulasiklarini yikiyacak, elbiselerini temizliyecesiniz...Evi sürüp düzenliyecek, çarsi pazar isini halledeceksiniz... Yeri geldiginde çocuklarinizi haksiz yere dövenin karsina dikilip haddinibildireceksiniz... Bu arada ibadetlerinizi yerine getirecek, kültürünüzü gelistirmek için kitap okuyacak, sosyal faaliyetlere katilacaksiniz..

Ne oldu? Íçinizi SIKINTI basti degil mi? Íste ülkücü hareket 12 Eylül öncesinde bundan daha sartlar altinda idi...Sahsî her türlü düsünceyi ötelere firlatip bir büyük ülküyü almistik ciliz omuzlarimiza... Davamiz Türkiye'yi maneviyatta, ilimde, sanatta, teknikte ilerilere götürmekti. Davamiz nizam-i âlemi gerçeklestirmek, Allah'in adini yaymakti... Davamiz esir Türkleri hürriyete kavusturmak, Turan'i gerçeklestirmekti. Davamiz bütün müslümanlari küfrün buyrugundan kurtarmakti. Bu "dava" bize hazir bir sekilde geldi. Yani 90'li yillarda yasi otuz ve biraz üzerinde olan benim neslim, gözümü açtiginda kizil ve kara her türlü emperyalizme karsi Türk milletini müdafaa eden bir hareketle karsilastilar.

Biz kisa pantalonlarla gezerken Alparslan Türkes adinda bir babayigit, Türk'e ve Íslâm'a karasevdali bir iman ve aksiyon adami çevresindeki serden geçitlerle kutlu mücadeleye devam ediyor... Edebiyat sahasindan politika meyadnina çikincaya kadar pek çok renge bürünen; zaman zaman kabuk milliyetçiligi özelligi gösteren Türkçülüge en saglikli yorumu getiren ve milliyetçiligi kitlelere maleden sayinTürkes olmustur.

Asil mevzuumuza dönelim:
Davasi belli, lideri belli; teskilatlari kurulmus bie harekete mensup olan insanlarin yapmasi gereken tek sey vardi: Girdikleri yolu iyi bilmek! Lider ne demis: "Benimle dava arkadasligi edeceksiniz, herseyden önce yüksek vasifli Türk olmaya mecbursunuz..." Lider ne demis: "Milliyetçi Harekete katilanlar ve bu ülkünün bayragini tasiyanlar, hem Türk milletinin ihtiyaçlarini bilmek hem de memleket gerçeklerini görmek ve göstermekle görevlidir..." Lider ne demis: "Gençler! Hepiniz birer Türk bayragisiniz. Bayragi lekelemeyin, kirletmeyin, yere düsürmeyin..."

Milliyetçi Hareket'in liderinin Íslâm dininden ve Türk töresinden devsirdigi, Türk milletinin kurtulus ve yükselis reçetesi olan Dokuz Isik Doktrini'nden bir sayfa bile okumuyanlar "Dokuz Isik bizi hiç baglamamisti" diyorsa gülüp geçiniz.

"Millete hizmet edebilmek için hayatini feda etmeyi göze alabilecek kadar cesur olmak yetmez. Alçakça iftiralara, seref ve haysiyete karsi tertiplenen suikastlara karsi da cesur ve dayanikli olmak gerekir" diyen Alparslan Türkes'e karsi duyulan güveni zedelemek için seytanin bile aklina gelmiyecek fitneleri uyduranlarin sözlerine aldananlara aciyiniz.

Íslâm ahlâk ve fazileti, Türklük gurur ve suuru ile kimligini olusturmus bir gençlik meydana getiren büyük dava adaminin teskilatina ham girip olgunlasanlar oldugu gibi, odun girip odun çikanlar da olmustur.

Ülkü ocaklari 12 Eylül'den önce Türkiye'yi Rus uydusu yapmak isteyenlere "iman dolu gögüslerini" siper ederken, basta gençlik olmak üzere bütün Türklerin millî bir ülkü etrafinda toplanmalari için çaba sarfediyordu.

Bilenler sahittir ki, bütün Ülkü Ocaklari hummali bir sekilde kültür faaliyetlerini sürdürmüstür. Hem de kursun, bomba yagmuru altinda...

Liseli gençler, "Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi", "Türkiye'de Gecekondu Meselesi", "Cihat ve Sehitlik", "Dis Politika ve Türkler"... gibi konularda seminerler veriyor; biyiklari henüz terlemis on yedi yasindaki civanlar en büyük rütbe kabul ettikleri sehitlige kavusuyordu.

Bugün hirpani urbalar içinde ezile ezile büzüle büzüle "yeni müslüman oldugunu" ifade eden meczuplarin geçmislerine iyi bakin. Onlar, Ocak'ta seminerler, konferanslar verilirken bir kahvehanenin dumanli havasinda pisti oynuyorlardi. Bir sehidin cenazesi tekbirlerle mezarliga götürülürken onlar, besinci sinif bir sinemada porno film seyrediyorlardi. Ülküdaslari (!) komünistler veya eyyamcilarla fikir tartismasi yaparken yahut okullarina giderken tasli sopali saldiriya ugrarken onlar, salya saçarken kiz pesinde kosuyorlardi...

"12 Eylül'den sonra geçmisimizin muhasebesini yaptik ve ülkücülükten vazgeçtik!" diyorlar.
Tüh onlara!!..

Ne zaman ülkücü olmuslardi ki ayrildilar ülkücülükten!
Serefli bir fikri tasiyamadiklarini itiraf etmeli, sahsî kusurlarini mukaddes bir ülküye yüklememeliydiler...

"Kusur Íslâmda degil bizim müslümanlarimizdadir" diyen sairin bu sözü, ülkücülügün sirrina eremiyenler için kullanilabilir.

Evet, 12 Eylül'den önce kendisini tam mânasiyla yetistirmeden postal sesi duyan; hasbelkader ülkücü hareket içinde bulunan bazilari, ne idigü belirsiz yazarlarin kitaplarini okumaya basladi; bilmem hangi sapik mezhebin güdümündeki hocalarin konusmaci oldugu ev toplantilarina katildi... Tasavvufun özünü idrak edemeden tarikatçiliga soyundu... Yarim doktorun candan ettigi gibi bunlar da yarim âlim olarak malum fiili islediler.

Neticede isemekle günesi söndürecegini zanneden be meczuplar sadece kendi ayaklarini islatti... Bugün herkes kendisini ve en yakinindaki ülküdasini kontrol etmek zorundadir... Ülkücülügün ne oldugunu, ülkücünün nasil olmasi gerektigini bilmeden olmaz vesselam!!..

Selam ve duayla.

Ülkücüye Mektuplar

Ülkümüzün Hedefi Yüceltmektir

Cumhuriyetin kuruluş ve yükseliş felsefesinin mimarı olan Türk milliyetçileri, millet olmanın ve birlik ruhunun önemi üzerinde durmuşlar, köklü bir tarihin varisi olan büyük Türk milletinin “ebedi bekası” için, vatanı ve devletinin bölünmez bütünlüğü temelinde mücadele etme karar, azim ve iradesine sahip olmuşlardır. Ülkücü Hareket bu fikriyatı benimseyerek, mücadeleyi her zeminde sürdürmekte ve asırlık davamızı 21. yüzyıla damga vuracak şekilde temsil etmektedir.

Merhum Başbuğumuzun “Türkiye’nin Meseleleri” kitabındaki “Biz yurdumuzu aç hürler, tok esirler ülkesi olarak görmek istemeyiz” ifadesi bizden beklenilen işlerin önsözü niteliğindedir. Bu duruş ve şiarsa bizim üslubumuzdur.

Ülkü Ocakları üslubu, hedefi, kitlesi, sistematiği ve işleyişi belli olan, kendisini “var eden” temel dinamiklerle “değer, ufuk ve fikir” geliştiren; yüzde yüz yerli, yüzde yüz milli ve yüzde yüz Türk olan bir ekoldür. Bu milletin, bu vatanın, bu coğrafyanın sorunlarına derman arayan ve nihayetinde tüm insanlığı yeniden “insanlığa” davet eden bu fikriyatın resmi ve vicdani çatısı unutulmamalıdır ki Ülkü Ocakları’dır. Bunu kabul edenler ve ocaklarımızı tercih edenler de diğer tüm ekollerden tercih ve kararları doğrultusunda vazgeçmişlerdir. Ancak bu noktada bir yerin altını çizmek gerekir. Kendi inanç manzumu gereği, kendi tercihlerini belirlemeyi görev bilen bir kişi, diğer tercihleri hemen reddetmemelidir. Bunun anlamı şudur; bizler “Türkiye” söz konusu olduğunda asla “kör karamsarlığı” kabullenmedik. Ümitlerin tükendiği, zorlukların ve engellerin arttığı, tehdit ve tuzakların dört bir yanı sardığı dönemlerde dahi, bizler, Ülkücü Hareketin mensupları olarak “büyük, güçlü ve lider Türkiye” idealinin gerçekleşeceğini haykırdık. Bununla birlikte, akıl, inanç ve azim sahibi olmanın gereği olarak asla Türkiye için çizilen “toz pembe tablolara” ya da “kör iyimserliğe” prim vermedik. İşte bu temelde milli hassasiyetlere sahip olan, düşünen, fikir üreten ve elbette ki “hakikat nazarında” olayları ve olguları çözümlemeye çalışan her insanımızı “değer” kabul ederek bağrımıza bastık. Kişinin bir fikriyata sahip olması, mücadele etmesi, belli bir ideal doğrultusunda tavır, duruş ve çizgi sahibi olması; kendi tercihi dışındaki diğer görüşlerin doğru yönlerini, hakikat nazarında düşünüp dile getirmesine mani değildir. Yeter ki tercihe konu olan işbu fikir veya görüş Türk milletinin “ebedi bekası”na uygun olsun…

Sabırsızlığın, aceleciliğin, tahammülsüzlüğün, şiddetin, yozlaşma ve yabancılaşmanın, ahlaki zaafın, köksüz ve ufuksuz zihniyetlerin, popülistliğin ve toplumsal buhranların iyiden iyiye ülkemizde varlığını hissettirdiği bu dönemde; Ülkücü Hareketin mensupları olarak bu ülke için düşünen insanların tercihlerine önce tahammül, sonra saygı duyacağımızı ve onların doğrularını anlama kararlılığında olacağımızı belirtmek herkesin bilmesi gereken bir ders niteliğindedir.

Tercihlere bu gözle bakan bizlerin, Türk toplumunu meydana getiren her kesim ve cenahta görmek istediğimiz temel niteliklerse; “aç hürlüğe” ve “tok esirliğe” karşı milli şuurla düşünülmesi, “bizi biz yapan” değer, hassasiyet ve mukaddesata bağlı olunması ve bu anlamda bölünmez bütünlük içerisinde “tok hürlük idealinin” benimsenmesidir. Çağrımız sanatçıdan esnafa, politikacıdan sporcuya, çiftçiden işadamına kadar “tok hürler ülkesi” olmaktır. Bu şiar aynı zamanda hem töremizin hem de dinimizin bizden isteğidir. Bu ülkü “tam bağımsız Türkiye” olmanın gereğidir, aynı zamanda Türk dünyasına, İslam dünyasına ve bütün insanlığa medeniyet ufkumuzu göstermek ve yepyeni bir çağı başlatmak amacındadır.

Hareketimizin Başbuğu merhum Alparslan Türkeş de bütün ömrünü, bu gerçeğin milletimize anlatılması ve benimsetilmesi işine vakfetmiştir. Bu uğurda çalışmaksa, politik bir kaygıyla yapılamayacak kadar ulvi bir zahmettir. Bu yalnızca Allah rızasına ulaşmak düşüncesiyle katlanılabilecek bir fikir sancısı ve hayat mücadelesidir. Bu bayrak, kısır iktidar kaygılarının değil, Sayın Genel Başkanımız Devlet Bahçeli’nin belirttiği üzere “lider ülke Türkiye” sevdasının bayrağıdır.

Bizler “tok hürlük” dediğimiz medeniyet hayalimizin ilk büyük hamlesinin adını “2023 lider ülke Türkiye” koyduk. Bu yoldaki ana hedefimiz, Türk milliyetçilerinin iktidarı ile doğacak, “2023 lider ülke Türkiye” projesini hayata geçirmek ve dünyaya adaleti, huzuru, barışı temellendirecek bir yapıyı oluşturmak olacaktır. Ülkücünün beynindeki hedef ideal budur. Bunun için her Ülkücü hedefine kitlenmeli, bu ideal için sosyal yaşamdaki mücadelesini hızlandırmalıdır. Merhum Başbuğumuzun bu düşünceyi sistemleştirmek için kurduğu en önemli yapılardan birisi de, hiç şüphesiz Ülkü Ocakları’dır. Başbuğumuzun ideallerini yaşatmada liderlik yapan Sayın Genel Başkanımız Devlet Bahçeli’nin “Ülkü Ocakları yaşatılmalı çünkü Ülkü Ocakları hepimizin yetiştiği kutsal bir ocaktır” ifadesi de, bu hedefteki kararlığı göstermektedir.

Ocaklarımız, Türk milliyetçiliği düşüncesini benimseyenlerin ve bu düşünceyi geniş kitlelere aktarmayı hedefleyenlerin bir araya geldiği, idealist karakteri her şeyden üstün tutan, milliyetçi ve nitelikli insan yetiştirmeyi vatan borcu sayan bir anlayışın sarsılmaz ve yıkılmaz kalesidir.

Ülkü Ocakları’nın hedef kitlesi, Türkiye’mizde ve Türk dünyasında yaşayan gençliktir. Ocaklarımızın kurulduğu günden bu yana taşıdığı temel hassasiyet, Türk milletinin mutluluğu, refahı ve istikbali üzerine odaklanmak olmuştur. Bütün gayretiyse Türk gençliğinin bu amaca uygun şekilde yetiştirilmesidir.

Şüphe yok ki bir milleti millet yapan aslî unsur, sadece aynı toprak parçası üzerinde yaşıyor olmak değildir. Bir milleti millet yapan en önemli unsur, birlikte yaşama iradesi ve azmi içerisinde oluşan kalıcı kültür değerlerinin paylaşımıdır. Bununla birlikte madde ve manada doymuşluğa ulaşmaksa millete bulaşacak nifak virüslerinin başlıca kalkanıdır. Öyleyse, madde ve manada “tok ve hür olmak” esastır.

Bunu gerçekleştirememiş milletlerin tarih sahnesinden silinip gittiği herkesin malûmudur. Bu silinip gitmenin başrolünüyse “açlık” oynamaktadır. “Aç”lıktan kastımız sadece mide açlığı değildir. Kastımız mideyle birlikte beynin ve kalbin de açlığıdır. Öyleyse ekmek kadar bilgiye, yemek kadar şuura, su kadar imana da ihtiyaç vardır. Midenin ve beynin açlığı ortadan kalkınca “tok hürlükten” bahsedilebilir.

Türk milletinin varlık, birlik ve bekası için her türlü çalışmayı yapma azminde olan Ülkü Ocakları; tarihin yoğurarak millî karakterimiz hâline getirdiği unsurları ve kültürel değerlerimizi yaşatmayı temel bir hedef olarak benimsemiştir. Türk dilinin, Türk müziğinin, Türk halk oyunlarının, Türk el sanatlarının millet olma üzerindeki etkisini dikkate alarak, bunları yok sayanlara karşı bir kültür odağı ve sivil inisiyatif olarak da çalışmalar yapmıştır.

Artık, gelecekteki medeniyet tasavvurumuzun bayraktarı olan Ülkücü Türk gençliği de kendisini zorlu geleceğe çok daha iyi hazırlamak durumundadır. Bunun için, her şeyden evvel gelenekten geleceğe uzanan manevi bir köprü konumunda olduğumuzu aklımızdan çıkarmamalıyız. Nesne değil özne olduğumuzu bilmeli ve bu şuurla hareket etmeliyiz. Ülkümüzün tüm insanlık için huzur vaadinde bulunduğunu insanlarımıza göstermeli, medeniyet hayalimizin tüm insanlık için olduğunu anlatmalı ve bu anlayış doğrultusunda kendimizi gelecek için hazırlamalıyız. Biz, köklü geleneğimizi günümüze ve günümüzden geleceğe taşıyan, iman, akıl, irade ve azim sahibi olan ruhun devamıyız. Bu ruh, Orhun’dan Tuna’ya gölge düşüren ecdadımızın, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar bu vatan toprağına mührünü vuran Alparslan’ların Mustafa Kemal’lerin, Milli Mücadele’den terörle mücadeleye kadar bu vatan toprağını korumak için can veren aziz şehitlerimizin sahibi olduğu asil ruhtur.
Ülkücü gençlik işte bu temelde her türlü gelişme ve soruna karşı duyarlı ve donanımlı olmalı, dünyayı ve Türkiye’yi Türkçe okuma bilgisine ve bilincine sahip bulunmalıdır. Zira 2023 yılının mimarları, lider Türkiye’nin yapı taşları Ülkücü Türk gençliğidir.

Ülkücü Hareket, Orhun kitabelerinde Bilge Kağan’ın şu ifadelerine dikkat kesilmek zorundadır;

“Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye, babam kağanı, anam hatunu yücelten Tanrı, il veren Tanrı, yine Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye, bu defa özümü kağan yaptı. Ben, hali vakti yerinde bir millete kağan olmadım! İçeriden yiyeceksiz, dışarıdan giyeceksiz, güçsüz kalmış, yoksul bir millete kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tegin'le sözleştik. Babamızın kazandığı millet adı, millet sanı yok olmasın diye, Türk milleti için, gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tegin ile iki şad ile ölesiye, bitesiye çalıştım. Toplanan milleti ateşe, suya düşürmedim.
Özüm kağan oturduğumda, yerden yere varmış olan millet, öle bite, yayan çıplak, yine geldi. Milleti yüceltmek için on iki savaş yaptım. Sonra, Tanrı yarlıgadığı, kut'um var olduğu için, ölecek milleti dirilttim. Az milleti çok, aç milleti tok kıldım. Giyimsiz milleti giyimli, yoksul milleti bay kıldım. Dört yandaki milletler hep bana tabi oldular. Milleti düşmansız kıldım."

Bu ifadelerde ecdadımızın onurlu duruşu vardır. Bu duruş ve ülkü bugünlerde fazlasıyla özlenir olmuştur.

Bu sebeple, bugün yapılması gereken asıl iş, milletimizi millet yapan değerlerin korunması, yaşatılması ve geleceğe taşınması için gerekli özeni göstermek, çağdaş medeniyetler seviyesine milletimizi yükseltecek olan dinamikleri bir an önce yeniden faaliyete geçirmek ve gerekli çalışmaları başarıyla tamamlamaktır.

Bu milli görev, dün ve bugün olduğu gibi yarın da Milliyetçi Hareketin ve Ülkücü gençliğindir. Çünkü, hiçbir siyasi hareket, bu görevi üstelenecek, bu sorumlulukları taşıyacak birikime, hedeflere ve fikirlere sahip değildir. Bunun için, Türk milletini “ebedi beka” temelinde yüceltme davası ancak ülküdaşlarımın omuzlarında yükselecek ve hedefine varacaktır.

Ülkü Ocakları olarak kutsal hareketimizin başarısı için, şehitlerimizin ruhaniyeti ve necip milletimizin aydınlık yarınları için üzerimize düşen her ne varsa yapacağımızı bu vesileyle yeniden tekrarlamak istiyorum.

Sonuç olarak; biz milletimize tok hürlüğü yakıştırıyor ve bunu tercih ediyoruz. Bunun Milliyetçi Hareket ve Ülkü Ocakları’yla mümkün olacağını düşünüyor ve tercihimizi bu çatı altında bulunmakla belirliyoruz.

Ayrıca aralık ayı içerisinde rahmet ve minnetle andığımız büyük Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’ın, kıymetli dava adamı Ali Metin Tokdemir’in, yokluğunu her an hissettiğimiz büyük münevver Seyit Ahmet Arvasi’nin ve daha nice feragat ve fedakârlık timsali dava adamlarının ruhları şad olsun diyor, mekânlarının cennet olmasını Yüce Yaradan’dan niyaz ediyorum.

2008 yılının Türk milleti ve tüm insanlık için hayırlar getirmesi ümit ediyorum.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN.

(Harun ÖZTÜRK - Ülkü Ocakları Genel Başkanı)