31 Aralık 2012 Pazartesi

Noel Özentisi...



Dindar bir nesil yetiştirme gayesinde bulunanların Türkiye'yi getirdiği son nokta...
Türkiye'nin başkenti Ankara'da bütün "AVM"ler haç işaretleriyle süslenmiş, noeli beklemekte..

"Her yılbaşı bir itiraftır.Devam edegelen kültür savaşında mütemadiyen gerilediğimiz,en kesin yenilginin eşiğinde bulunduğumuzun itirafıdır."
GALİP ERDEM
---

"Bu geceyi 'Noel Ağaçları'nın gölgesinde tepinerek ve çocuklarını Papaz Saint Nicola (Noel Baba)'nın masalları ile uyutarak geçirenlerin çizdiği şahsiyet tablosu içinden acaba nasıl bir istikbal çıkacaktır?"
Seyyid Ahmed ARVASİ

Seyyid Ahmet Arvasi'yi Rahmetle Anıyoruz


 Ahmet Arvasî (d. 15 Şubat 1932 - ö. 31 Aralık 1988) toplumbilimci, pedagog, yazar. Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinde doğmuştur. Seyyid'tir. 56 yaşındayken, İstanbul'un Erenköy ilçesindeki evinde 31 Aralık 1988 - Saat: 11:00'da, daktilosu başında vefat etmiştir.

Arvaslar neslindendir. Atalarının Anadolu'ya gelişini kendisi şöyle anlatmaktadır:

« ...Ailem "Arvasî" adı ile bilinir. 650 yıldan beri Anadolu'da yaşar. Orhan Gazi ile tanışan ceddim Hacı Kasım-ı Bağdadi adında bir zattır. Onun oğullarından biri Van Gölü'nün güneyine (Arvas Köyüne) yerleşmiştir. Biz ondan türemiş ve çoğalmışız... »
"Arvasîler" olarak bilinen aile, Soyadı Kanunu'nun çıkmasıyla, "Arvasi" soyadını almıştır. Babası, Abdülhakim Arvasî'dir. Fakat, Necip Fazıl Kısakürek'in manevî hocası olarak bilinen Abdülhakim Arvasî ile aynı kişi değildir. Ahmet Arvasî'nin babası olan Abdülhakim Arvasi bu isim benzerliğini 18 Nisan 1980'de, Mehmet İlhan Bey'e yazmış olduğu bir mektupta şöyle anlatmaktadır:
« Şu an Ankara'nın Bağlum nahiyesinde yatan S. Abdülhakim Arvasî hazretleri ile aynı ailedeniz. Kendileri aynı zamanda babamın da isim babalarıdır. Babama kendi adlarını vermişlerdir. »

Ailenin altı çocuğundan birincisi olan S.Ahmed Arvasî, ilköğretime Van'da başlayıp Doğubayazıt'ta tamamlamladı. Ortaokulu Erzurum'da okudu ve sonrasında Erzurum Erkek Öğretmen Okulu'nu bitirdi. 1952 yılında Konya'nın Doğanbeyli nahiyesinde ilkokul öğretmeni olarak göreve başlayan Arvasi, yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yaptı. Daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü - Pedagoji Bölümü'ne başladı ve buradan da 1958 yılında mezun oldu. Balıkesir, Bursa ve İstanbul'daki eğitim enstitülerinde hocalık yaptı. 1978 yılında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'nden 24 arkadaşıyla birlikte siyasî amaçlar için sürgün edilen Arvasî, 1979 yılında emekli olmak zorunda kaldı.
« Hayretle gördüm ki, bu ülkede Türk kelimesinden ürkenler var. Yine hayretle gördüm ki, bu ülkede İslam kelimesinden ürkenler var. Ve yine ürpererek gördüm ki, bu ülkede Türk ve İslam kelimelerinin yan yana gelmesinden dehşete kapılan kişi ve çevreler var. » (Seyyid Ahmet Arvasî)
Emekli olduğu yıl, Milliyetçi Hareket Partisi Olağan Kongresi'nde "Genel İdare Kurulu Üyesi" sıfatıyla aktif siyasete atıldı. Diğer yandan çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Hergün Gazetesi'nde, "Türk-İslam Ülküsü" başlığı ile günlük makaleleri yayımlandı. 12 Eylül 1980darbesine kadar partideki görevini ve yazılarını sürdürdü. Darbenin ardından Mamak Cezaevi'ne hapsedildi. Burada işkencelere maruz kaldı ve ilk kalp krizini burada geçirdi. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazdı. Türkiye Gazetesi'nde Hasbihal başlığı ile makaleleri yayımlandı.
Arvasî'nin Mamak'ta geçirdiği kalp krizini Alpaslan Türkeş şöyle anlatıyordu:
« Tutukevinde geçirdiği kalp rahatsızlığı dolayısıyla Ankara mevki hastanesi'ne kaldırıldı. O gün, daha dün gibi hatırımdadır. Görevliler kendisini hastaneye gitmesi için aşağıya indirdiler. Biz, yukarıda kalmıştık. Odamın penceresinden dış kapının açıldığı merdivenleri görebiliyordum. Arvasî hocamızı hastaneye götürecek cankurtaran henüz gelmemişti. Ayakta bekleyecek hali yoktu, bitkin bir vaziyette taş merdivenlere oturarak cankurtaranın gelmesini bekledi. Yukarıdan askerlere seslendim. Bir binbaşı çıktı. Kendisine Arvasî Bey'in rahatsız olduğunu, bir sandalye getirilmesi için emir buyurulmasını rica ettim. Bu ricamdan sonra bir sandalye getirdiler. Daha sonra cankurtaran geldi ve uzaktan birbirimize el sallayarak ayrıldık, vedâlaştık. »

Eserleri

Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz
Doğu Anadolu Gerçeği
Eğitim Sosyolojisi
Hasbihal (6 cilt)
(Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlanmıştır:)
Emperyalizmin Oyunları
Devletin Dini Olur mu
Kadın Erkek Üzerine
İnsanın Yalnızlığı.
İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri
İnsan ve İnsan Ötesi
Kendini Arayan İnsan
Şiirlerim
Türk-İslâm Ülküsü (3 Cilt)

28 Aralık 2012 Cuma

Ziya Gökalp'in Eşine Yazdığı Mektup



"Sevgili Vecihe'm.. 
Ben Allah’tan yalnız iki şey istiyorum: 
Yurdum mesut olsun, yuvam bahtiyar.
Çocuklarımızı benim için öp! Senin dudakların benim dudaklarımdır."

24 Aralık 2012 Pazartesi

Milliyetçi Olmak





"Milliyetçi olmak, Türk Milleti'ne karşı görevli olmak demektir.
Görev verilmemiş olsa bile her Milliyetçi kendini Türkiyeyi ve Türk Milletini bu gerilikten, bu yokluktan ve tarihi şerefimizle asla mütenasip olmayan bu zilletten kurtarmak için vazifeli saymalıdır. Çünkü görevsiz Milliyetçi olamaz."


Necdet SEVİNÇ

22 Aralık 2012 Cumartesi

22 Aralık Sarıkamış



Sen yeter ki hayal et Enver Paşam, biz senin hayallerin uğruna şehit olmaya hazırız. Senin bir yürü emrinle bize Allahu Ekber dağını yine aşarız. En büyük hayalimiz Trablus çöllerinde, Kafkasya'da, Türkistan'da senin ile beraber mücadele etmekti. Çeğen Tepesinde, Tanrı Dağını seyreden, ulu çınarın dibinde, şehadet şerbetini içen Enver Paşayı ve Sarıkamış'ta, Türkistan'da, Trablus'ta ve daha nice memleketlerde kanını akıtan şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.

Alıntı

19 Aralık 2012 Çarşamba

Anlatılsa, Oy Verir mi?


AKP'ye oy vereceklere, AKP'nin Iraklı müslümanların katline yardımcı olacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

Hıristiyanların aynısını yapmasına izin vermediği halde, hıristiyanların radyo ve TV kurmalarına izin verecek kadar AKP'nin müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, hiçbir ulusal ve uluslararası dayanağı bulunmadığı halde, hıristiyan patrikhanenin kendisini ekümenik olarak tanıtmasına göz yumacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, kanımızla canımızla koruduğumuz topraklarımızı, hıristiyanlara mülküyle satacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, Cumhuriyet vatandaşlarının vergileriyle yapılmış kurumları, hıristiyanlara pazarlayıp satacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, hıristiyanların Büyükada'da ruhban okulu açılması için çabalara göz yumacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

Başbakanı aynı zamanda hıristiyanların Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanı olacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, seçimde müslüman ülkeler dururken, hıristiyan ABD, Avrupa Birliği ülkeleri, Yunanistan, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Rusya tarafından desteklenecek kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, kendi belediyelerinin ve kendi yandaşlarının şirketlerinin borçlarını, daha tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyecek kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin okullarda okutulan din kitaplarındaki islami bilgileri değiştirecek kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

Danışmanının, "başbakanı süpürmeyin" diyerek, hıristiyanlardan destek isteyecek kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP, evin giriş katında izinle kahvehane açılabilirken, hıristiyanların izinsiz kilise yapılmasına olanak tanıyan yasayı çıkartacak kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP, partilere verilen seçim propaganda parasından aslan payını almışken, devletin olanaklarını kullanıp, yetim çocukların haklarını yiyecek kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?

AKP'nin, kalleşçe bombalanan canlarımız katledilirken, hristiyanların sözüne ve isteğine uyarak sınır ötesi operasyon düzenlemeyecek kadar müslüman (!) olduğu anlatılsa, gene oy verir mi?


(Anonim)

Biz De Sizdeniz!


Bir Gece Ay Yıldızlara Yıldızlar Aya,
Muştulayacak ki O Zaman,
Başkaları da Benim Dilimi Konuşacak.
Dizginlerini Çekerek Zamana Dur Diyeceğim,
Duracak.
Bir Sabah Tan Atarken Yüce Tanrı Dağından,
Kürşad’ın Gür Sesi Duyulacak:
Atlar Vey Irmağında Sulansın,
Güneş Doğduğu Yerde Karşılansın.
Emri Tekrar Edecek
Gök, Toprak, Deniz,
Bozkurtlar Uluyacak Bütün Anadolu'dan:
Biz de sizdeniz, Biz de Sizdeniz.


(Alıntı)

17 Aralık 2012 Pazartesi

Fikir, Ülkü ve Dava Bakımından En Güçlüyüz


En asil fikirler bizim fikirlerimizdir. En, meşru, en haklı dava bizim davamızdır. Biz dünyanın asil, şerefli, aynı zamanda mazlum bir milletin davasını, onun haklarını çiğnetmeme davasının, onun köleliğe sürüklenmesini önleme davasının sahibiyiz. Bu kadar yüksek, bu kadar asil hedefleri olan başka bir dava düşünülemez.

Bir hareketin gücü, bir düşüncenin gücü böyle asil hedeflere dayanmasındadır. Onun için davamız, ülkümüz, Türkiye’de olsun dünya üzerinde olsun en güçlü fikir, en güçlü davadır. Bundan emin olarak, bunun heyecanıyla dolu olarak bunun bize yüklediği vazifeleri hakkıyla yapmaya gayret etmeliyiz. Onun şuuru içinde olmalıyız. Onun cesareti içinde olmalıyız. Her zaman söylediğim bir hususu sizlere tekrar etmeyi yararlı sayıyorum. Türkler olarak milletimiz cesurdur; millet için, vatan için, yüksek davalar için, idealler için gerektiğinde canını feda etmekten çekinmeyecek kadar cesurdur. Fakat bu kadarı yetmiyor. Yaşadığımız bu günlerde bu kadarı yetmez. Bundan daha ileri bir cesaret göstermek mümkün mü?. . Mümkündür!

Bu görevlerinizi derinden duyarak hareket eden genç Anadolu çocukları olduğunuzu, genç aydınlar olduğunuzu, gerçek ülkücüler olduğunuzu biliyorum. Sizin de kendinizi iyi tanımanızı, memleketimizi iyi tanımanızı, dünyayı iyi tanımanızı çok yararlı sayıyorum. Dünya bir mücadele içindedir, her millet kendi görüşünü hakim kılma, başka memleketleri kendi maksadı için, kendi menfaati yönünde imkan olduğu nispette azami şekilde, sömürme, kullanma faaliyeti içindedir. Kendini bilen her milletin bu faaliyete karşı kendisini koruyarak kendi iradesini saydırır hale gelmesi lazımdır. Türk milleti kendi iradesini bu mücadelede geçmiş tarihi asırlarda olduğu gibi, mutlaka saydıracak hakim duruma getirecektir. Türk milletinin iradesi yalnız Türk milletinin insan haysiyetiyle yaşatılması, yükseltilmesi gayesini güden bir irade değil, aynı zamanda Türk milletinin yükseltilmesi, yaşatılması iradesinin, diğer insanların ıstıraplarını giderme, diğer insanlara yardım sağlama ve bütün dünya üzerinde lekesiz, gölgesiz bir adalet meydana getirme yönünde geliştirmeye yönelmiş bir iradedir. Bundan sonra da Türk Ülkücülüğünün yönü bu yöndedir. iftiralar ne olursa olsun, nasıl anlatmak isterlerse istesinler Türk milletinin gücü, enerjisi daima bu şekilde tezahür etmiştir, bu şekilde gelişecektir. Bu şekildeki harekete, Milletimizin kalbinde mutlaka büyük sevgi ve büyük destek bulacağımızdan eminim. Bunun üstünde Cenab-ı Allah’ın daima bizi destekleyeceğinden eminim.

16 Aralık 2012 Pazar

Ülkücü Kimdir?

Asrın Yesevi'si; Arvasi, şöyle tanımlıyor;


"Ülkücülük; Ülkemiz ve yeryüzünde Allah'ın nizamını hakim kılmak için, kendine metod olarak, Allah ve Resulü'nü ölçü alan bir iman hareketinin adıdır."

10 Aralık 2012 Pazartesi

Ülkü Ocakları Başkanı Olcay Kılavuz Oldu.

"Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanlığı’na Olcay Kılavuz atandı."


Ülkü Ocakları Genel Başkanlığını yaklaşık yedi aydır vekaleten yürüten Olcay Kılavuz, İl Başkanları ve üniversite temsilcilerinin katılmış olduğu program sonunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından Genel Başkan olarak atandı.

18 Ekim 1985 tarihinde Niğde'de doğan Kılavuz Niğde Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu İnşaat Bölümü'nden 2009 yılında mezun olduktan sonra 215 yılında da Niğde Üniversitesi BESYO'ndan mezun oldu. Olcay Kılavuz Niğde Ülkü Ocakları Başkanlığı da yaptı.

Olcay Kılavuz'un Genel Başkanlığı'nın başta Ülkücü Hareket olmak üzere Türk-İslâm Âlemine hayırlara vesile olmasını dileriz.

Kaynak

8 Aralık 2012 Cumartesi

Ali Metin Tokdemir'den...

‎"İslam'ı ve Türk'ü üniversiteye Ülkücüler sokmuştur!"


 Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Ali Metin Tokdemir'i rahmetle anıyoruz.

Hunların Ülkücülüğü



Türk milletinin tarih sahnesine ne zaman çıktığını tam bir kesinlikle hâlâ bilmiyoruz. Yine de , en azından, 5 bin yıllık bir geçmişe sahip bulunduğumuza şüphe yoktur.

Fakat şimdiki bilgilerimize göre, millet haline gelmemizi ve ilk büyük Türk imparatorluğunun kurulmasını sağlamak şerefi bütün zamanların en tanınmış cihangirlerinden biri sayılan Mete Han’a aittir.

Kaynaklardan pek çoğu destanlarımızdaki Oğuz Han’la Mete Han’ın aynı kimse olduğu konusunda birleşiyorlar. Büyük Hun İmparatorluğunun asıl özelliği Türk ülküsünü ilk defa gerçekleştirmesi, diğer bir söyleyişle, bütün Türk boylarını tek bir bayrak altında toplamayı başarmasıdır.


Hunların ülkücülüğünü Mete Han’ın davranışları temsil ediyor. Zamanımıza kadar ulaşan iki rivayet, ülkü yolunda katlanılması gereken fedakârlıkları anlatması bakımından son derece önemlidir. Rivayetlerden biri, güçsüz ve hazırlıksız olduğu bir dönemde, Mete Han’ın zaman kazanmak için en çok sevdiklerini gözden çıkarmasına dairdir.

Çinliler, Hunları erken bir savaşa kışkırtmanın faydalarını düşünerek, Mete Han’a bir elçi gönderir ve atını isterler. Han, kurultayı toplar, görüşme açılır. Beylerin hepsi bir Türk hanından atını istemenin hakaret mânasına geldiğini, savaşmanın daha yerinde bir karşılık olacağını öne sürerler.

Ama Mete Han, kendisine ait bir şey için milleti savaşa sokamayacağını bildirir ve sevgili atını Çin İmparatoruna yollar. Bir müddet sonra, Çin’den yeni bir elçi gelir. Mete Han’ın eşini ister, verilmezse savaş açacaklarını bildirir. Kurultay bir daha toplanır, bütün beyler, sonsuz bir öfke içinde, derhal savaş kararı alınması gerektiğini söylerler. Mete Han yine karşı çıkar; eşini Çin İmparatoruna yollar.

Nihayet Çin’den üçüncü bir elçi gelir, Hun Ülkesinin hiçbir işe yaramaz, çorak bir parçasını ister. Kurultay toplanır. Beylerin kararı kesindir. Han’ın atı ve eşi verildikten sonra, işe yaramaz bir toprak parçası uğruna savaşa girilemiyeceğini öne sürerler. Fakat Mete Han şöyle der: “Atımı istediler verdim.

Çünkü o benimdi. Eşimi istediler verdim, o da benimdi. Ama yurdumun bir karış toprağını asla veremem. Çünkü o benim değil, milletimindir. Hazırlanın, savaşacağız”.

İkinci rivayeti de hatırlayacaksın. Mete Han, çerilerini eğitirken, her birinin karşısına en çok sevdiği kimseyi diker, oklamalarını istermiş! Senin için önemli olan rivayetlerin doğruluğu veya yanlışlığı değil, verdikleri derstir. 2200 yıl önce yaşamış ataların, ülkücülüğün güçlüklerini, hedefe varmak isteyenlerin ne büyük fedakârlıklara katlanması gerektiğini anlatıyorlar.

Ülkünü kendine ait bütün değerlerden yüce tutacak, en çok sevdiklerini bile fedâ edeceksin. Sana ait olan her şeyi verecek, ama vatanının bir karış toprağı uğrunda ölmeyi bileceksin. Mete Han, büyük bir ülkücü olmasaydı ilk Türk birliğini kuramaz, çağının en kalabalık ve kuvvetli devleti olan Çin İmparatorluğunu korkudan titretemezdi.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Temmuz/ sayı 22

Alıntı

3 Aralık 2012 Pazartesi

VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ NAMIK KEMAL...



Türk Edebiyatında insanlık için büyük önem taşıyan, vatan, millet ve Hürriyet gibi kutsal kavramları ilk olarak açık bir şekilde eserlerinde işleyen ve yücelten, sonuçta haklı olarak, ‘Vatan ve Hürriyet Şairi’ Ünvanını Milletin gözünde kazanan, Vatan Şâiri Nâmık Kemâl'i Vefatının 124. sene-i devriyesinde Saygı ile anıyoruz...

30 Kasım 2012 Cuma

ANKARA DTCF'DE ÜLKÜCÜ DURUŞ




DTCF Yönetimi ve Güvenlik Güçleri PKK Sempatizanlarına göz yumduğu sürece gözünü kan ve kin bürümüş bu hadsizler toplanıp gövde gösterisi yapmaya, öğrencilerin huzurunu kaçırmaya ve eğitime balta vurmaya devam edecektir. Tıpkı Hakkari'de, Şırnak'ta ilkokulları, eğitim kurumlarını yaktıkları, öğretmenleri kaçırdıklar ve kurşunladıkları gibi.
Ancak!
Unutulmaması gereken bir noktayı söylemekte fayda var.
Bu vatanın gözünü budaktan sakınmayan evlatları; Ülkücüler, her zaman ver her yerde olduğu gibi burada da gereken cevabı vermeye, hadsizlere hadlerini bildirmeye devam edecektir. Bu geçmişte de böyle oldu, şimdi de böyle oluyor ve son bir nefer kalsa dahi böyle olmaya devam edecektir.

22 Kasım 2012 Perşembe

Turan Yazgan'ı Kaybettik!


TÜRK MİLLETİ! BAŞIMIZ SAĞOLSUN!
Prof. Dr. TURAN YAZGAN'ı kaybettik..



"Bize ne olduğumuzu, kim olduğumuzu, belki de daha önemlisi, NE OLMADIĞIMIZI, KİM OLMADIĞIMIZI anlatan adam...
Türk Milleti'ne adanmış ömrün bedeni...
Milletin için aldığın her nefes, fikir dünyamıza kattığın her harf üzerimizde hak..."
HAKKINI HELAL ET..
Ruhun şad, mekanın Cennet olsun..
Turan Yazgan Kimdir?
1938 yılında Isparta’nın Eğirdir ilçesinde doğdu.

1948’de Eğirdir Zafer İlkokulu’nu,

1951’de İstanbul Vefa Lisesi orta kısmını,

1955’de parasız yatılı olarak Kastamonu Lisesi Fen Bölümü’nü pekiyi dereceyle bitirdi.

1959’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdikten sonra askerlik görevini yaptı. İmar ve İskân Bakanlığı Bölge Planlama Daire Başkanlığı’nda “İktisadi Araştırmacı” ve “Bölge Plancısı” unvanlarıyla beş yıl görev yaptı.

1963’te İtalya’ya, Güney İtalya Bölge Planlaması konusunda staj yapmak üzere gitti..

1966’da İktisat Fakültesi’ne asistan olarak girdi.

1967’de “Şehirleşme Açısından Türkiye’de İşgücünün Demografik ve Sosyo-Ekonomik Bünyesi” adlı tezle ve pekiyi derece ile doktorasını yaptı.

1971’de “Gelir Dağılımı Açısından Sosyal Güvenlik” konulu tezi vererek doçent oldu.

1977 ve 1978’de Güneydoğu Anadolu Bölgesi Planının Genel Koordinatörlüğü görevini yüklendi. Bölgede yapılan araştırmaları müteakip ortaya çıkan yedi ciltlik Güneydoğu Anadolu Gelişme Planını, Başbakanlık Tarım ve Toprak Reformu Müsteşarlığına sundu.

1979’da İktisat Fakültesi profesörlüğüne yükseltildi. Üniversite Senato üyeliği, Üniversite Yönetim Kurulu üyeliği ve Anabilim dalı Başkanlığı vazifelerinde bulundu.

2000 yılında istifa ederek, üniversiteden emekliye ayrılan Prof. Dr. Turan Yazgan, hâlen 1980 yılında kurmuş olduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın genel başkanlığını yürütmektedir. Türkiye’de ve Türk Dünyasındaki hizmetleri nedeniyle 200’den fazla plaketle ödüllendirilen Turan Yazgan’ın, ayrıca yurtiçi ve yurtdışındaki pek çok üniversiteden verilmiş fahri doktora unvanları bulunmaktadır. Evli, 3 oğul ve 2 torun sahibidir.

Ertuğrul Dursun Önkuzu


Adı: Ertuğrul Dursun
Soyadı: Önkuzu
Doğum Yeri: Tokat Zile
Ölüm Nedeni: Müslüman Türk Olmak
Ölüm Şekli: İdamdan Beter
Şehadeti: 23 Kasım 1970

Önkuzu hey! Önkuzu hey!
Önde gider Önkuzu
Bu bayrak düşmez
Ölmedikçe son kuzu…


Dursun adı... Dursun adı...
O gitti, dursun adı.
Dillerde türkü olsun,
Yürekte vursun adı!...

Kuzular koç olacak,
Toy, düğün, göç... olacak
Bu yıl ki kuzuların
Adları ' öç ' olacak!!!

Allahsız, vatansız, milliyetsiz bir güruh tarafından hunharca öldürülen Türk-İslâm Ülküsü'nün şehidi Ertuğrul Dursun Önkuzu'yu rahmetle anıyoruz.

Kardeşi Kadriye Önkuzu, ağabeyi Dursun Önkuzu'yu şöyle anlatıyor:

"O bir ülkü deviydi. Hiçbir çıkar gözetmeksizin. Çok büyük ideallere sahipti. Öylesine inançlıydı ki düşüncelerini gerçekleştirmek için elinden geleni yapardı. Milliyetçi, ülkücü çocuklara, gençlere, kızlara milli manvi değerlerimizi kaybetmemeleri için seminerler düzenlerlerdi. Okul derslerinde başarısız olan talebelere ücretsiz matematik, fen kursları verirdi. Maddi imkanları kısıtlı olduğu halde verilen hediyeleri kabul etmemişti. Onu akrabalarımız, arkadaşları mahcup, utangaç, az ve öz konuşan, konuşunca herkes tarafından dinlenip beğenilen birisi olarak tanırlardı. En büyük idealli büyük bir kütüphaneye sahip olmak ve gençlerin hizmetine sunmaktı. Çok kitap okurdu. Eline geçen parayı kitaba yatırırdı. Yaz tatillerinde çalışıp okul masraflarına katkıda bulunurdu. Judo öğrenmişti. Her sabah jimnastik yapar, titizliği ile ablamı yorardı. Namazlarını düzenli olarak kılar, kılamadığı vakitleri küçük bir deftere not ederdi. O zamanlarda Zile'nin yetiştirdiği çok kültürlü, muhterem bir zat olan müftü Arif Efendi'den ders alırdı."

(Alıntıdır)

18 Kasım 2012 Pazar

Başkadır Başka...

Şiirleriyle, yazılarıyla, senaryolarıyla, sinemalarıyla gönlümüzde taht kuran, Dâva ve Şahsiyet Adamı, Rize Ülkü Ocakları eski Başkanı, Kur'an Hafızı, Türk tefekkür hayatının değerli ismi Ömer Lütfi Mete Beyi rahmetle anıyoruz.




Leyla sevmek hostur amma
Mecnun olmak başkadır başka
Şarap içme hoştur amma
Ayık olmak başkadır başka


Yare varmak hoştur amma
Yaren olmak başkadır başka
Ateş olmak hoştur amma
Yanık olmak başkadır başka

Talip olmak hoştur amma
Dengin bulmak başkadır başka
Aşık olmak hoştur amma
Sadık olmak başkadır başka

(Ömer Lütfi Mete)


Kaynak

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ahıska Türkleri Sürgünü



Unutmadık, unutmayacağız!
Sürgünde hayâtını kaybeden soydaşlarımızı, rahmetle anıyoruz!
Trenlerle çıktık, tanklarla döneceğiz!
(14 Kasım 1944 günü Stalin'in emriyle Ahıska ve çevresinde yüz binlerce Müslüman Türk, zorla vagonlara ve kamyonlara doldurularak Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Sibirya’ya sürgün edildi. Bu sürgün sırasında yollarda açlıktan, soğuktan ve çeşitli hastalıklardan 17 bin Müslüman Türk hayâtını kaybetti.)

10 Kasım 2012 Cumartesi

YOLUNDAYIZ!



Atatürk'ün öldüğü gün İstanbul Üniversitesinde ders okutan Alman Profesör derse girdiğine öğrencilerin üzgün halini görünce yüreği parça parça olmuş.
Rektörü arayıp :
-Bugün ders vermeyeceğim ne yapayım? diye sormuş.
+Sizin memleketinizde büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın. demiş rektör.
Yabancı profesörün cevabı şu olmuş :

-Bizim ülkemizde hiç bu kadar büyük bir adam ölmedi...

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü Saygıyla Anıyoruz...

9 Kasım 2012 Cuma

Kervanin Son Şehidine – Ece Bağcıbaşı


Daha en başından, adına “ölüm” denen kurşuni bir kalemle çizilmişti bu davanın kaderi. Mukaddesatının etrafına ördüğü kalenin her tuğlasında elem vardı, taşıdığı harcın her zerresine gözyaşları karışmıştı “ülkü”nün. Kapıları açacak tek kilit, mücadeleydi.

Biliyorduk ki kutlu dileğe giden yol çetindi, “yufka yürekleri” kabul etmiyordu. Biz zaten ateşle sınanmaya “Kâlû Belâ”dan beri hazırdık. Bir tek Rabbimize eğdiğimiz başlarımızı, vatan ve millet uğrunda vermeye de razıydık.

Önce nefislerimizi öldürüp “biz” olduk. “Biz”i eğittik, donattık, büyüttük. “Biz”e inandık, güvendik, sevgi besledik. Böylesine sarsılmaz bir iman, kuvvet ve beraberlikle çıktık yola. Çok kayıp verdik bu yolculukta. Kimi kuytu bir sokakta, kimi zifiri karanlık bir zindanda, kimi de selam vererek çıktığı bir darağacında kavilleşti eceliyle. Ne de çok acı gördük…

Dile söylemesi kolay şimdi; lakin yüreğe taşıması çok ağırdı. Giden her canla birlikte, biz de eksildik. Onların yarım kalan yaşamlarıyla birlikte, bizim ruhumuz da öksüz kaldı.

Ama vazgeçmedik “biz” olmaktan, kervanımızı yürütmeyi bir an olsun bırakmadık. O kadar imtihanın ardından yüzümüzde pek çok çizgi belirse de, hareketimizin dümdüz çizgisini asla eğip bükmedik.

İşte yıllar önce kahrolası bir Ocak ayında harekete geçen şehitler kervanı, son yolcusunu geçtiğimiz yıl bu zamanlarda aldı. Ülküdaşımız Hasan Şimşek, 9 Kasım 2010’da Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde “karşıt görüşlü öğrenciler” değil; pkk terör örgütü yandaşları tarafından kalleşçe bıçaklanarak öldürüldü.

Kutlu mücadelemize dair bilgilerimizi, izlenimlerimizi, hislerimizi ağabeylerimizden duyduklarımız ve o döneme dair içimizde büyüttüğümüz efsanemizden vücuda getiren bizler, bu kez o anları gerçekten yaşadık.

Hasan’ı tanımasak da, omuz omuza mücadele etmemiş olsak da hiç, bizim devrimizin şehidiydi o. Şehadetine dair anıları an be an tecrübe ettik. Belki de bu yüzden, en çok onun ölümünden etkilendik, “en son” onun ölümünden.

Çok eskilere ait değildi çünkü bu öykü. Onunla tanışmış, oturup kalkmış, aynı sofradan yemek yemiş, aynı ocağa “göğüsleriyle ateş, gözleriyle su” taşımış olanlar vardı. Onunla gülmüş, onunla ağlamış olanlar vardı. Onun nefesini, sesini duyanlar; yüzünü okşayanlar vardı. Ve son nefesinde yanında olanlar, mübarek naaşını toprağa teslim edenler vardı.

İşte o gün, yüreğimize bir gölge düştü, zihnimize gece. Güneş doğmamak için direndi, şafak debelendi atmamak için. İçimizde bir ukde kaldı, ses tellerimize bir yumruk oturdu, gözlerimize buğular kondu…

Ama acımız bile yine haksızlığa uğradı bizim. Görmezden geldiler Hasan’ı. Öğrenci kavgalarında harcanmış bir hayat olarak resmedip onu, şehadetini dahi üvey bıraktılar.

Bizden başka kimse çıkıp “Hasan, bizim de şehidimizdir!” demedi, ardından “Katil pkk” diyerek zulmü kınamadı. Terör örgütüne yönelik operasyonlara bile “insani(!)” gerekçelerle karşı çıkan sevgi kelebekleri, teröristlerin gencecik bir cana, hem de kampüs ortasında kıymasına sesini çıkarmadı. Börtü böceğe bile acıyanlar, Hasan’ın ardından tek damla gözyaşı dökmedi.

Çünkü Hasan Şimşek, ayrıcalıklı azınlıktan ya da ağababalarınca azınlık yapılmaya çalışılanlardan değil; sıradan çoğunluktan biriydi. Sade, sadece, yalınkılıç bir Türk’tü. Ülkücüydü. Ne mensup olduğu bir azınlık cemaati, ne Avrupa Birliği komiserleri, ne de mütareke basını vardı ona sahip çıkacak. Bizim sözde aydınlarımız ve demokrat (!) medyamız gözünde bir değeri yoktu ölümünün.

Hasan’a vatansever bir Türk olduğu için saldırılmıştı. Terör örgütü, varlığının karşısında en büyük tehdit olarak, canına kastettiği Türk Milleti’nin en sağlam temsilcileri olarak görüyordu ülkücüleri. Bu sebeple ilk ve yalnızca onları ortadan kaldırmak için harekete geçmişti.

İşte bu yüzden, kederimizin yanına öfke de eklendi onun ardından. “Öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya” kaldık yine çünkü. Böylesine herkesi ilgilendiren bir hayat memat meselesinde, uğruna kardeşlerimizi toprağa verdiğimiz milletimiz aynı cesaret ve fedakârlığı gösteremedi. “Bu çocuklara Türk oldukları için; vatanlarına, bayraklarına, inançlarına sahip çıktıkları için saldırıyorlar” diyemedi. Bu hakikati dillendirip de siyaseti bir kenara bırakarak, ülkücü gençlere sahip çıkamadı.

Üstelik bizler, canımıza kastedenlere karşı dimdik durmaktan dolayı suçlandık. Bir yandan vatana sahip çıkmak için ter dökerken, bir yandan da nereden geldiği belli olamayan hain salvolara karşı kendimizi savunmak zorunda kaldık ve her türlü adiliğe karşı tahrik olmamak gibi büyük bir yükü omuzladık.

Ol bundan dolayıdır ki seni her andığımızda ülküdaşım, boğazımızda bir tortu düğümlenip kalıyor. Bir garip burukluk içinde yüreğimize akıtırken gözyaşlarımızı, tüm damarlarımıza isyandan mütevellit bir od yayılıyor. Bir türlü sevemediğimiz çağa ve çağın ardına saklanan çakallara isyanımızdan…

Senin ardından konuşmak, kalem oynatmak da ağır geliyor. Zira gencecik ruhuna yollayacak dualarımızdan başka bir şeyimiz yok. Bize düşen; yasını, isyanını ve kanın pahasına elden düşürmediğin bayrağı layıkıyla taşımak oldu şu fani dünyada.

Sen ise, belki de bizlerin asla ulaşamayacağı ulvi bir makamda oturarak kanatlandın hakiki âleme. Ve mazide kaldığını zannettiğimiz efsaneyi dirilttin. Çok acı da olsa, ülkücülüğün nasıl bir mücadelenin, nasıl bir adanmışlığın ve nasıl bir “biz”liğin adı olduğunu hatırlattın. Evet kardeşim, sen yeni ülkücü nesle bir umut ışığı yaktın. Bir kez daha ruhun şad, mekânın cennet olsun.

Cümle âlem bilsin ki biz, “Unutmak, tükenmektir!” diyenler, Hasan Şimşek’i ve onun gibi nice şehitlerimizi unutmadık, unutmayacağız. Bir gün tüm ağabeylerimiz, ülküdaşlarımız ve atalarımızla Tanrıdağları’nda buluşmak kavliyle, Yusuf yüzlü kahramanlarımıza selam olsun…

1 Kasım 2012 Perşembe

Dündar TAŞER'in Ülkücülüğü


Rahmetli Dündar Taşer ağabeyimiz, yalnız şuurlu bir milliyetçi değil, aynı zamanda çağımız Türkiye’sinin en seçkin ülkücülerinden biri idi. Kaybından duyduğumuz acıyı aslâ unutamadığımız ve arkasında bıraktığı boşluğa gittikçe büyüyen bir hüzünle baktığımız Taşer, hiş şüphe yok ki, yaşamanın mânâsını tanıdığı günden itibaren milliyetçiliğin en yüksek bir fikir ve memleketimiz için biricik kurtuluş yolu olduğuna inanmıştı.
Ama mesleğinin özelliklerinden ötürü, Türk milliyetçilerinin fikir ve siyaset sahasındaki çalışmalarına ancak l960 yıllarından sonra katıldı. Böyle olmasına rağmen, çok kısa bir süre içinde en ön saflara geçmesinin, nice şöhretleri geride bırakarak o kadar sevilen ve sayılan bir “ağabey” durumuna gelmesinin bize göre asıl kaynağı, en ufak bir dünya hesabının hiçbir zaman lekelemediği ülkücülüğüdür.

Ülkücülüğün başlıca şartı, kendisi için hiçbirşey istememek, ama millet dostlarına ve ülkü ortaklarına sahip olduklarının hepsini hiç düşünmeden vermektir. Rahmetli Taşer, hiç isteyiciliğin küçüklüğüne düşmemiş, mütemadiyen vermiş, hep öyle yaşamıştır.

Zekâsının ışıklı zenginliğini, gönlünün tükenmez sevgisini, muhteşem tarihimizden alınan emsalsiz derslerle beslenmiş engin bilgisini cömertçe dağıtmanın hazzını tatmıştı. Büyük hedeflere yönelmenin seçkin kişiler elinde gerçekleşeceğini, yüce bir ülküye inananların birbirini sevmesi, sayması ve küçüklerin büyükleri dinlemesi şartını hiç unutmamış, herkese öğretmeğe çalışmıştır.

Gereksiz lâf ebeliklerinden, haklılık üstüne uzun nutuklar çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. her birini öz yavrusu gibi sevdiği ve esirgediği gençlere: “Belki yanlış düşünüyorum. Ama, madem ki ben istiyorum, böyle yapacaksınız!..” dediğini çok duymuşumdur. Gayesi elbette ders vermekti; Türk töresine göre son kararın nasıl alınacağını öğretmekti. Nitekim kendisi, “Alparslan Türkeş’in yanlışı, benim doğrumdan üstündür!..” diyebilecek bir faziletin temsilciliğini yapmıştır.

Rahmetli Dündar Ağabeyimiz, milletine ve ülküsüne zarar vereceğinden şüphelendiği hiçbir işe başlamadı; ama yaptığı her işin doğru olduğunu da hiçbir zaman öne sürmedi. 27 Mayıs’la ilgili bir hâtırasını, daha doğrusu hiç unutamadığı bir hayâl kırıklığını birkaç defa dinledim; “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adındaki değerli eserin sahibi Z.N. dostumuz da kitabına almış. Siyaset dünyasındaki ilk uyanışını şöyle anlatmıştır :
“l960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telâkkide idim. Herhalde iyi bir Anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın. Çünkü, bizim münevverimizin umumi kanaati budur.

Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz zannı, hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, l960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez; “Aç olduklarını söylediler” Biz de açtık. Ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik. Yediler. Hattâ o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar!” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi.
Onlara karşı böyle bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa an’anelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ülemaya hürmeti gibi idi. Türkiye’de çok şey değişmişti ama, değişmeyen böyle şeyler de vardı. Yemeklerini yedikten sonra “Bize bir Anayasa yapın” teklifinde bulunduk. Onlar: “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” diye sordular. İşte bu sual beni intihaba getirici cümle oldu. “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” Allah Allah benim istediğim gibi mi Anayasa olacak? Öyleyse size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı.

O zamanın hukukçuları ve uleması “Kanun senin istediğindir!” dememişlerdi. Aksine, “Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin selâhiyetin dahilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifendir. Şuna ise hakkın ve selâhiyetin yoktur!” demişlerdi.
“Devleti hukuka tâbi, hukukla mukayyed’in, sonları arzularıyla değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı” gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım. Sonra, “Efendim, Guatemala Anayasası yok; efendim, Kostarika Anayasası elimizde değil; efendim Uruguay’ınki de mevcut değil (!)” dediler.

Suallerine bir de “Şimdiye kadar ne ile meşguldünüz? Madem ki meşgul değildiniz , ne için ve neye göre Anayasa tadili ve tebdili istediniz? Neden çarşaf gibi beyanatlar verdiniz? Niye ümitleri bu noktaya bağladınız?” istihfamı eklendi.

İtiraf edilen hatâ, gösterilen büyüklüğün yanında nasıl da cüce kalıyor! İşte bir “Türkmen Ağası” nın mert seciyesi ve işte sahici ÜLKÜCÜLÜK.

Nûr içinde yatsın.

Galip Erdem

BOZKURT Dergisi 1974/ Haziran/  sayı 21

29 Ekim 2012 Pazartesi

Açlık Grevi Denen Tiyatro...


Malumunuz, son günlerde açlık grevi safsatası tutturulmuş gidiyor. Sözde "dikkat çekmek, duyarlılık oluşturmak" amacıyla...
Tek bir cümleyle biz de yorum katalım;


Madem amaç ve anlam bu kadar büyük; Sözde önderiniz Apo köpeği açlık grevi denen tiyatroya neden katılmıyor acaba? O da mı sağır? O da mı dilsiz? O da mı duyarsız? Sizler bile oynanan tiyatronun farkındasınız ama gerçekleri kendinize söylemeye korkuyorsunuz. Çünkü balonlarınız patladığında anında yere çakılacaksınız, koltuklarınız ve sömürgeleriniz son bulacak.

Önce kendinizi kandırın! Sonra bu milletten aman dileyin!

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı




Dün nasıl kurbanlarımızı Allah'a adadıysak bugün de geçmişte atalarımızın yaptığı gibi canımızı, kanımızı vatan uğruna adamaya inanıyoruz.
Tarihi menfaatleri ve emelleri uğruna karalayanların, satanların ve silmeye çalışanların inadına Vatanımıza, Dinimize, Cumhuriyet'imize, Atatürk'e ve bizi bizi yapan tüm değerlerimize ömrümüz yettikçe sahip çıkacağız.
Kin ve intikam duygularıyla memleketin yönetilemeyeceğini, bu milletin birlik ve beraberlik içinde tutulamayacağını hala anlamadığınız gibi, gün geçtikçe kutuplaştırıyor ve buna "adalet, siyaset" diyorsunuz!

Herkese ve her şeye rağmen bu vatan bizim. İşte bunu unutuyorsunuz.
Burdaydık, burdayız ve burada olmaya devam edeceğiz!

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız Kut'lu olsun!

25 Ekim 2012 Perşembe

İyi Bayramlar


Bugün hepimizin yüreği şenlenip bayram sevinciyle coşacak. Türk - İslam Dünyasının Kurban Bayramı Mübarek olsun..

16 Ekim 2012 Salı

ATALARIMIZIN ÜLKÜCÜLÜĞÜ


Ülkücüler, bilinen tarihin, hiçbir döneminde, sayıca çok olmamışlardır. İnsanoğlunun zayıflığı böyle bir sonuca imkân vermemiştir. Yine de bir cemiyetteki ülkücü sayısının milletlere ve zamana göre değiştiği gerçeğini inkâr edemeyiz.

 

Bazı milletler, tarihleri boyunca ülkücü çıkaramamış ve belli bir ülküye bağlanmanın yüceliğini yaşayamamışlardır. Diğer taraftan bazı milletler de, sık sık büyük ülkücüler yetiştirmiş; yeryüzünün çehresine yenilik getirmişlerdir.

Türk milleti, örnek ülkücüler yetiştiren ve tarihinin büyük bir bölümünde ülkücülüğe bağlanan bir millettir. Milletimiz , birkaç yüz yıl öncesine kadar “Cihan hakimiyeti ülküsüne” inanmıştı. Cihan hakimiyeti ülküsünün ilk belirtilerini en eski destanlarımızda bile görmekteyiz.

Oğuzname, bu destanların en önemlisidir. Destana göre ilk cihan hakimiyeti OĞUZ KAĞAN tarafından kurulmuştur. Cihan hakimiyetini hedef alan Oğuz Kağan: İlâhi bir kaynaktan gelmiş, olağanüstü vasıflara sahip olarak doğmuştu.

Çin, Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Rum, Rus ve Frenk ülkelerini fethetmiştir. Ancak OĞUZ KAĞAN’ın yaptıkları kendine göre şöhret ve çıkar sağlamak için değil, belki bir vazifeyi yerine getirmek, cihan hakimiyeti ülküsünü gerçekleştirmek içindir.

Nitekim yeryüzünün dörtbir tarafındaki bütün milletlere elçiler göndermiş “BEN ARTIK DÜNYANIN KAĞANIYIM” diyerek hepsini itaata çağırmıştır. Böyle davranmasının sebebi vardı: Kağan’ın çok akıllı ve keramet sahibi veziri Uluğ-Türk, cihan hakimiyetinin ulu Tanrı tarafından OĞUZ HAN’a verileceğini müjdelemiş; “Ey kağanım, Gök Tanrı, bütün dünyayı sana bağışlasın” demiştir.

Oğuz Kağan, hakimiyetini kabul etmeyen milletler üzerine seferler açtı, dünyayı fethetti. Bugün, birtakım cahillerin, aptalların ve millet düşmanlarının köpekçe saldırdıkları BOZKURT’un da Oğuz Kağan destanında yüce bir yeri olduğunu bilmelisin. Gökten inan bir Bozkurt; “Ey Oğuz, sen urum (Rum) üzerine gitmek istiyorsun; ben senin önünde yürüyeceğim” der.

Oğuz, kurdu takiple sefere çıkar; Urum ve Urus (Rus) hükümdarlarını yener, Çin, Hind, Suriye ve Mısır ülkelerine fetheder. “Ben sizlere oldum kağan/ Aldım yay ile kalkan/ Nişan olsun bize beyan/ Bozkurt olsun bize uran.”

Prof.Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi adındaki eserinde şöyle yazıyor: “Selçuklularla birlikte yakın şarka ve Anadolu’ya gelen Oğuzlar, destanla birlikte Bozkurt hikâyelerini de getirmişlerdir.

Nitekim XII asır Süryanı tarihçisi Mihael’e göre: (Yeryüzü Türkleri taşımağa kâfi gelmiyordu. Garba doğru ilerlerken önlerinde köpeğe benzer bir hayvan -kurt- bulunuyor ve onlar da ona yetişemiyorlardı.

Bozkurt hareket etmek istediği zaman “Göç” yani “kalkınız” diye bağırıyor, Türkler de durduğu yere kadar onu takip ediyor ve orada çadırlarını kuruyorlardı. Uzun zaman rehberlik eden kurt nihayet kaybolunca, Türkler de artık geldikleri yerlerde oturup kaldılar.)…

Çin kaynakları, Gök-Türkler’i Kunlar’ın (Hunlar), torunu gösterir. Tatarlar’ın (Cücen veya Avar) hücumuna uğrayan asil bir Hun çocuğu Bozkurt tarafından kurtarılmış Göktürkler’de onunla kurdun nesli olarak türemişlerdir. Burada tarih ve destan birbirine karışmış; Göktürkler’in bayraklarında kurt başı bulunmuştur. Esasen Türk efsane ve an’anelerinde mühim bir mevkii olan kurt hikâyeleri Hunlar’a kadar çıkar.

Bu sebepledir ki, kurt Türkler’e at gibi uğurlu ve hatta mübarek sayılmış; Kaşgarlı Mahmut ve Dede Korkut kitabının kaydettiği üzere bu telâkki İslâm devrine kadar gelmiştir.” (Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, s.76-78).

Destanlar, milletlerin yaşayış, düşünüş ve inanışlarını gösterir; ruhlardaki ülkü ve hedeflerin işaretini verirler. Oğuzname’de ve milletimizin diğer bütün destanlarında atalarının ülkücülüğünü göreceksin.

Yalnız destanlar mı? Hayır! Tarihinin her çağında ülkücü ataların yaşamış , insanlığa yön vermişlerdir.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Mayıs/ sayı 20

Kaynak

5 Ekim 2012 Cuma

Mustafa Kemal Atatürk vs Tayyip Erdoğan

Şu aralar oldukça moda, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ile haşmetlü Tayyip Erdoğan'ı kıyaslamak. Tabii aklı selim herkes bunun ne maksatla yapıldığını biliyor. Kıyasın bile komik olduğunu da.
"Aç tavuk kendini darı ambarında görür" misali, taraftarlık ve holiganlık yaparak kendilerince psikolojik harekat yürütüyorlar. 
Bu saçma kıyasa, hevese ve hayale bir tek görsel ile durumu özetlemek istiyoruz:


(Görsele tıklayarak detayları görebilirsiniz)

Herkes bir yana, tarih her şeyi, herkesten iyi biliyor. Çünkü bizzat şahittir tüm yaşanmışlıklara. 
Çakma emperyalizm hayalleri bu memlekete hiçbir şey katmadığı gibi, fazladan düşman kazandıracak kindar insanlar türetecektir. 
Şimdi, "oyuncaklarla oynamayı bırakıp memleketin ahvalini düzeltmek için uğraşın" demek istiyoruz, çünkü zaman sürekli aleyhimize geçiyor şu büyük oyunların sahnesinde.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ahmet KERSE




Ahmet Kerse, Gaziantep'in Oğuzeli ilçesine bağlı Hacar (Yeşildere) köyündendi. Gaziantep Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. 1980 yılı Şubat ayında, polisler tarafından Kilis’te yakalanarak gözaltına alınıp bir ay süreyle işkence yapıldı. Çıkarıldığı 12 Eylül mahkemelerinde bütün şahitlerin aleyhine ifade vermedikleri için tutuklandıkları bir yargılamadan sonra, 8 Temmuz 1981 tarihinde idam cezasına mahkum edildi. 25 yaşındayken tutuklu bulunduğu Gaziantep Cezaevi’nin infaz bahçesinde 31.01.1983 tarihinde sabaha karşı darağacında şehit edildi... Rahmetle anıyoruz, ruhun şad mekanın Cennet olsun.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Türk Dil Bayramı Kutlu Olsun!





Türk kültürünün varlığını sürdürebilmesinin, itibarını kaybetmeden gelecek nesillere ulaşabilmesinin her şeyden önce Türkçe’nin yaygın kullanımıyla mümkündür.
"Dilimiz kimliğimizdir" diyerek Türk Dil Bayramını kutluyoruz!

22 Eylül 2012 Cumartesi

Ülkücülügün Güçlükleri


Önceki sohbetlerimizde, tam bir ülkücü olabilmeğe çalışmanın güçlüklerini anlatmak istemiştim. İnsanoğlu, zaman içinde gelişen eğitim imkânlarına rağmen, temel yapısı bakımından çok zayıf bir varlıktır. Hayatın vazgeçilemez sandığı hazlarına; diğer bir söyleyişle, “Dünya nimetleri”nin çekiciliğine öylesine kapılmıştır ki;

Büyük hedeflere yönelmiş bir yolculuğu göze alamaz; yüce bir ülküye bağlanmaktan duyacağı heyecanı yeryüzündeki zevk kaynaklarından alamayacağını bilemez; yüreğinin nasıl temizleneceğinden, ölüm korkusunu nasıl bir kolaylıkla yeneceğinden haberi yoktur.

Ülkücülüğe varmanın yalnız bir irade konusu değil, aynı zamanda bir nasip işi sayılması gerektiğini hiç unutmamalısın ama, son nefesini verinceye kadar da , seçkinlerden biri olduğun düşüncesinden hiç ayrılmamalısın...

Bütün insanlar gibi senin hayatında da yıldızının parladığı saat çalacaktır. Ömrün boyunca uyanık kalmalı, fırsatı kaçırmamağa bakmalısın.

Ulaşacağımız beden hazlarından her birinin tarifsiz bir yorgunlukla sona ereceğini, en uzun süren ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünenlerin bile, ölümlü dünyadaki misafirliğinle birlikte biteceğini öğrenecek, öz varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin.

Belki yanlış anlaşılacak, belki de budala yerine konacaksın. Yine de , kalabalığın hükümlerine aldırmayacak, ruhunun zenginliğinden fakirlerin payını ayıracak, yiğitliğine yaraşır bir cömertlikle nasiplere acıyacaksın. . Kısa bir deyişle, sevgili dostum, katlandığın fedakârlıkların bedelini hiç kimseye ödetmeyeceksin. Verenlerden kaçacak, almağa muhtaç düşenleri arayacaksın.

Dünya nimetlerinin sunacağı biri diğerinden değişik ve sarhoş edici hazlardan uzaklaşmanın geçici acılarını elbette inkâr edemem. Ama sen de, eğer nasibinde varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine doyamamanın” mânâsını anlayacak, bir başka âlemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince sahici mutluluğa ereceksin.

İşte o vakit, sokakları temizleyen bir çöpçü bile olsan, ülküsüz kalabalıklardan ayrı ve daha üstün olduğunu görecek, alçak gönüllü davranmağa alıştığından, hiç şüphesiz gururlanmayacaksın. İnsan yapısındaki bütün kusurlardan arınmanın imkânsızlığını, hiç hatâ yapmamanın yalnız meleklere tanınmış bir imtiyaz olduğunu aklından çıkarmayacaksın.

Ülkü yolunda harcadığın emeklerin, yüksünmeden çekeceğin zahmetlerin yanlışlarının azalmasına yaradığını görecek, dünyaya gelişinin asıl mânasını kesinlikle anlayamasan bile, mutlaka sezeceksin.

Bana göre, yeryüzünün tanıdığı en büyük şâirlerden biri olduğuna hiç şüphe etmediğim Karacaoğlan’ımız; hani nerede ve ne zaman doğduğu bilinmeyen, hayatını hâlâ öğrenemediğimiz, “okuyup yazması yoktu !” denerek küçümsenmek istenen, Âşık Ömer gibilerinin hor baktığı emsalsiz usta var ya, işte O, bir şiirinin ilk dörtlüğünde şöyle diyor: “Nedendir de kömür gözlüm nedendir,/ Şu benim geceler uyumadığım,/ Çetin derler ayrılığın derdini,/ Ayrılık derdine doyamadığım!”

Ayrılık derdine doyamamanın zevkine varamıyorsan, sakın gücenme, ülkücülük merdiveninin daha ilk basamağındasın. Okuduğunu bir söz oyunundan ibaret sanıyorsan, senin adına çok üzüleceğim. Karacaoğlan’ın şiiri belki yaşayan bir “Kömür gözlü” için yazılmıştır; belki de herkesin açıklayamayacağı bir sırrın anahtarıdır, yüce bir varlığa sesleniştir. Öyle veya böyle, sonuç değişmez. Ayrılık derdinin doyulmaz tadını yüreğinde taşıyacak, yaşadığın müddetçe, hiç ara vermeden, peşinde koşacaksın.

Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacaktır. Yine de , yalnız O’na doğru yürüyeceksin. Belki hiç varamayacaksın ama, kavuşmak için çalışacaksın, yorulacaksın, dövüşeceksin, hattâ öleceksin.

Karıncanın hikâyesini dinledin mi, okudun mu? Kocaman bir dağı, minicik toprak kırıntılarını taşıyarak, ortadan kaldırmağa çalışırmış! Yolcunun biri, şaşkınlıkla sormuş: “Karınca kardeş, ne yapıyorsun?” öteki işini bırakmadan cevap vermiş: “Şu dağın ardında bir sevgilim var.

Kavuşmamız için aramızdaki engeli yıkmamız gerekiyor da!” yolcu: “Sen aklını mı kaçırdın?” demiş. “Yüce bir dağı nasıl kaldırırsın, gücün ne, ömrün ne? Vazgeç bu işten!” karıncanın cevabını hiç unutma, duymamış ülkücü arkadaşların varsa, anlat: “Ey insanoğlu, belki de haklısın. Dağı ovaya indiremem, sevgilimi göremem belki, ama yolunda ölmesini bilirim ya , sen ona bak!..”

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Nisan/ sayı 19


Kaynak

16 Eylül 2012 Pazar

Milliyetçilik ve Ülkücülük


Kendi varlığımıza duyduğumuz sevgi nefsimize karşı vereceğimiz mücadelede de en çetin engel ve ülkücülüğün en kuvvetli düşmanıdır. Doğru , güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay, ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur.

İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir, fakat ülkücü olamaz. Oysa sen, çok defa, milliyetçilikle ülkücülüğü birbirine karıştırıyorsun. Yazacaklarımı daha iyi anlayabilmen için önce bu yanlış değerlendirmeyi düzeltmem gerekecek:

Tek insandan itibaren gittikçe genişleyen ve insanlık adını verdiğimiz en büyük toplulukla sona eren iç içe daireler düşün. Milletten tek insana doğru gidildikçe dairelerin küçüldüğünü, buna karşılık, milletten insanlığın bütününe doğru gidildikçe dairelerin büyüdüklerini göreceksin...

Tek insanla millet arasındaki başlıca daireleri biliyorsun: Aile, akrabalar, hemşehriler, aynı köy (aşiret) ve aynı bölgenin mensupları. Değişik bir açıdan bakarsan zümre, sınıf ve meslek birliklerini de saydıklarımıza katabilirsin. Milleti aşan dairelere gelince: İktisat, siyaset; medeniyet ve inanç açısından çeşitli tasnifler yapılabilir.

İktisat açısından insanları çalışanlar ve çalıştıranlar diye, iki sınıfa ayırabilirsin. Çalışanlardan meydana gelecek bir topluluk milletten daha geniştir. Hür dünya, demirperde ve tarafsız ülkeler adını verdiğimiz siyasi birlikler de milleti aşan dairelerdir. Medeniyet bakımından geçmişte yerleşik, göçebe, bugün de Batı-Doğu ve başka isimlerle tanıdığımız yaşama tarzlarına bağlı topluluklar, tek bir milletten daha büyük birliklerdir.

Nihayet aynı dine inananların meydana getirdiği “ümmet” adını verdiğimiz din birlikleri de milleti aşar. Böyle bir açıdan bakıldığı zaman milliyetçilik, milletin çıkarları ile milleti aşan birliklerin çıkarları çatışınca millet çıkarlarının tercih edilmesi demektir. Tarihi tarafsız bir gözle incelersen, kitaplar ne yazarsa yazsın, bahis konusu tercihin, mutlak çoğunluk tarafından daima uygulandığını göreceksin.

Marksçı-Leninci ideolojinin bütün gayretlerine rağmen hiçbir milletin işçileri, dünya işçilerinin ortak çıkarları uğruna, milletlerine henüz ihanet etmemişlerdir. Siyaset , medeniyet ve inanç birlikleri için de aynı gerçeğin varlığını ispatlayacak yüzlerce misâl verilebilir.

Milliyetçilik insanın yapısına ve çıkarlarına uygundur. Kolay bir yol olması, herkesçe benimsenmesinin tabii sayılması da bu özelliği yüzündendir. Milleti aşan birliklerin çıkarları, milletinin çıkarları ile çeliştiği vakit, birliğine hizmet etmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz, fakat çok şey kaybettirir.

İnsanlıkla millet arasındaki dairelere göre yapılacak bir değerlendirme tek insanın çıkarlarının millet çıkarları ile çelişmediğini ortaya koyacaktır.. Milletinin yükselmesi için çalışan bir insan, aynı zamanda kendini de yükseltir.

Milletten daha küçük dairelerin, nihayet insanın çıkarları ile milletin ortak çıkarları çatışınca durum değişiyor. Ülkücülük; milletimizin maddi ve mânevi çıkarlarını, milletten daha küçük ve bize daha yakın birliklerin, nihayet nefsimizin çıkarlarına üstün tutabilmektir.

Ülkücülük, kendimize, ailemize, şehrimize, bölgemize , sınıfımıza ve mesleğimize fayda sağlasa bile milletimize zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmaktır.

“Milletimizin çıkarlarını, milleti aşan birliklerin çıkarlarına tercih etmek özümüzün ve yakınlarımızın çıkarları ile çelişmez” demiştim. Ama yakınlarımızın ve nefsimizin çıkarları ile milletimizin çıkarları çok zaman çelişir. Bundan ötürü, bir insanın milliyetçi olması tabii bir haldir ve ülkücülükle birleşmediği takdirde fazla bir değer taşımaz. Fakat ülkücülük devamlı bir fedakârlığı emrettiğinden, pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür.

Nefsimizin ve yakınlarımızın çıkarları ile milletimizin çıkarları nasıl ve niçin çelişir? Gelecek sohbetimizde bu konuyu işleyeceğiz.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Mart/ sayı 18


Kaynak

13 Eylül 2012 Perşembe

Ülkücü Olabilmek


Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi , ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum:

Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilmek ülküsüdür. Kırılma ve üzülme. “anlayamadım gerçek bir ülkücü değil miyim sanki!” diye de şaşırma.

Bilirsin: Seni çok severim. Bir insanın çok sevdikleri üzerinde çok hakkı vardır. Evet, henüz gerçek bir ülkücü değilsin. Ruhunun zenginliği, yüreğinin büyüklüğü, ülkü yolunda verdiğin mücadeledeki yiğitliğin sonucunu değiştirmez. Gençsin. İnsanoğlu, gençlik çağında, her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de adaydır.....

Hiç unutma: Bugün, tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından ötürü kınadığın ağabeylerin, senin yaşında iken, ülkücülüklerine asla toz kondurmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için, münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir. Sana, kendi neslimin durumunu anlatayım:

Çoğumuz ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor. Dikkat etmelisin: Adaylık kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz, bütün gayretlerimize rağmen, tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır.

Neden böyle oluyor? Sorunun cevabını daha önce de vermiştim: Hayat dediğimiz en büyük düşmana yenilmemiz yüzünden böyle oluyor. Yapımız çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulmayacak bir sevgili uğruna zahmet çekmemize , acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet, özellikle hiçbir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz.

Senden istediğim, gerçek bir ülkücü olmağa çalışmanın, aynı zamanda bir ülkü değeri taşıdığını bilmendir. En büyük düşmanını şimdiden tanımalısın. Hayatın boyunca, ülküsüne ihanet etmen için sayısız tuzaklar kurulacağını daima hatırında tutmalı , yenik düşmemeğe hazırlanmalısın.

Gerçek ülkücülüğü ülkü edinecek, çağımız şartları içinde , adaylığı korumanın bile büyük bir şeref sayılması gerektiğini öğreneceksin. Yenik düşmemenin ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir? Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır. Bu konuyu gelecek sohbetimizde konuşacağız.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Şubat / sayı 17

Kaynak

11 Eylül 2012 Salı

Milliyetçilik Yaşar!



Ankara'nın balgat semtinde oturuyor olup 22 yaşındaydı. Ülkücülük suçundan ceza evine girmiş ve idam cezasına mahkum edilmişti. Mamak askeri Cezaevi'nde yatarken bir fırsatını bularak kaçmayı başardıysa da kısa bir müddet sonra tekrar yakalandı. 12 eylül cuntası tarafından, idam edilmesi için verilen emir, 7 Ekim 1980 tarihinde Ankara merkez kapalı Cezaevi'nde yerine getirildi ve sabahın erken saatlerinde asılmak suretiyle şehit edildi. Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığına defnedildi.





MUSTAFA PEHLİVANOGLU'NUN İDAMINDAN ÖNCE ANASINA VE BABASINA YAZDIĞI MEKTUP

Sevgili anneciğim ve babacığım, sizler beni bu yaşa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz. Benim sizlere karşı işlemiş olduğum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkınızı helal edin.

Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkın ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış. Kader ne ise onu çekeceğiz. Ben de kardeşim Haydar gibi bir an önce Allah'ın huzuruna çıkacağım. Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah'ın huzurunda çekmeye hazırım.

Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah'tan bulsunlar. Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar.

Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah'a inananlarındır. Bunun için hiç üzülmeyin. Cenazemin arkasından ağlamayın, günahtır. Sizden ricam ağlamayın.

Anne, sizlerle helalleşmek isterdim, fakat olmadı. Hakkım varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin.

Son olarak, abime, yengeme, yiyenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah'ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.

Oğlunuz Mustafa
7 Ekim 1980