30 Kasım 2012 Cuma

ANKARA DTCF'DE ÜLKÜCÜ DURUŞ




DTCF Yönetimi ve Güvenlik Güçleri PKK Sempatizanlarına göz yumduğu sürece gözünü kan ve kin bürümüş bu hadsizler toplanıp gövde gösterisi yapmaya, öğrencilerin huzurunu kaçırmaya ve eğitime balta vurmaya devam edecektir. Tıpkı Hakkari'de, Şırnak'ta ilkokulları, eğitim kurumlarını yaktıkları, öğretmenleri kaçırdıklar ve kurşunladıkları gibi.
Ancak!
Unutulmaması gereken bir noktayı söylemekte fayda var.
Bu vatanın gözünü budaktan sakınmayan evlatları; Ülkücüler, her zaman ver her yerde olduğu gibi burada da gereken cevabı vermeye, hadsizlere hadlerini bildirmeye devam edecektir. Bu geçmişte de böyle oldu, şimdi de böyle oluyor ve son bir nefer kalsa dahi böyle olmaya devam edecektir.

22 Kasım 2012 Perşembe

Turan Yazgan'ı Kaybettik!


TÜRK MİLLETİ! BAŞIMIZ SAĞOLSUN!
Prof. Dr. TURAN YAZGAN'ı kaybettik..



"Bize ne olduğumuzu, kim olduğumuzu, belki de daha önemlisi, NE OLMADIĞIMIZI, KİM OLMADIĞIMIZI anlatan adam...
Türk Milleti'ne adanmış ömrün bedeni...
Milletin için aldığın her nefes, fikir dünyamıza kattığın her harf üzerimizde hak..."
HAKKINI HELAL ET..
Ruhun şad, mekanın Cennet olsun..
Turan Yazgan Kimdir?
1938 yılında Isparta’nın Eğirdir ilçesinde doğdu.

1948’de Eğirdir Zafer İlkokulu’nu,

1951’de İstanbul Vefa Lisesi orta kısmını,

1955’de parasız yatılı olarak Kastamonu Lisesi Fen Bölümü’nü pekiyi dereceyle bitirdi.

1959’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdikten sonra askerlik görevini yaptı. İmar ve İskân Bakanlığı Bölge Planlama Daire Başkanlığı’nda “İktisadi Araştırmacı” ve “Bölge Plancısı” unvanlarıyla beş yıl görev yaptı.

1963’te İtalya’ya, Güney İtalya Bölge Planlaması konusunda staj yapmak üzere gitti..

1966’da İktisat Fakültesi’ne asistan olarak girdi.

1967’de “Şehirleşme Açısından Türkiye’de İşgücünün Demografik ve Sosyo-Ekonomik Bünyesi” adlı tezle ve pekiyi derece ile doktorasını yaptı.

1971’de “Gelir Dağılımı Açısından Sosyal Güvenlik” konulu tezi vererek doçent oldu.

1977 ve 1978’de Güneydoğu Anadolu Bölgesi Planının Genel Koordinatörlüğü görevini yüklendi. Bölgede yapılan araştırmaları müteakip ortaya çıkan yedi ciltlik Güneydoğu Anadolu Gelişme Planını, Başbakanlık Tarım ve Toprak Reformu Müsteşarlığına sundu.

1979’da İktisat Fakültesi profesörlüğüne yükseltildi. Üniversite Senato üyeliği, Üniversite Yönetim Kurulu üyeliği ve Anabilim dalı Başkanlığı vazifelerinde bulundu.

2000 yılında istifa ederek, üniversiteden emekliye ayrılan Prof. Dr. Turan Yazgan, hâlen 1980 yılında kurmuş olduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın genel başkanlığını yürütmektedir. Türkiye’de ve Türk Dünyasındaki hizmetleri nedeniyle 200’den fazla plaketle ödüllendirilen Turan Yazgan’ın, ayrıca yurtiçi ve yurtdışındaki pek çok üniversiteden verilmiş fahri doktora unvanları bulunmaktadır. Evli, 3 oğul ve 2 torun sahibidir.

Ertuğrul Dursun Önkuzu


Adı: Ertuğrul Dursun
Soyadı: Önkuzu
Doğum Yeri: Tokat Zile
Ölüm Nedeni: Müslüman Türk Olmak
Ölüm Şekli: İdamdan Beter
Şehadeti: 23 Kasım 1970

Önkuzu hey! Önkuzu hey!
Önde gider Önkuzu
Bu bayrak düşmez
Ölmedikçe son kuzu…


Dursun adı... Dursun adı...
O gitti, dursun adı.
Dillerde türkü olsun,
Yürekte vursun adı!...

Kuzular koç olacak,
Toy, düğün, göç... olacak
Bu yıl ki kuzuların
Adları ' öç ' olacak!!!

Allahsız, vatansız, milliyetsiz bir güruh tarafından hunharca öldürülen Türk-İslâm Ülküsü'nün şehidi Ertuğrul Dursun Önkuzu'yu rahmetle anıyoruz.

Kardeşi Kadriye Önkuzu, ağabeyi Dursun Önkuzu'yu şöyle anlatıyor:

"O bir ülkü deviydi. Hiçbir çıkar gözetmeksizin. Çok büyük ideallere sahipti. Öylesine inançlıydı ki düşüncelerini gerçekleştirmek için elinden geleni yapardı. Milliyetçi, ülkücü çocuklara, gençlere, kızlara milli manvi değerlerimizi kaybetmemeleri için seminerler düzenlerlerdi. Okul derslerinde başarısız olan talebelere ücretsiz matematik, fen kursları verirdi. Maddi imkanları kısıtlı olduğu halde verilen hediyeleri kabul etmemişti. Onu akrabalarımız, arkadaşları mahcup, utangaç, az ve öz konuşan, konuşunca herkes tarafından dinlenip beğenilen birisi olarak tanırlardı. En büyük idealli büyük bir kütüphaneye sahip olmak ve gençlerin hizmetine sunmaktı. Çok kitap okurdu. Eline geçen parayı kitaba yatırırdı. Yaz tatillerinde çalışıp okul masraflarına katkıda bulunurdu. Judo öğrenmişti. Her sabah jimnastik yapar, titizliği ile ablamı yorardı. Namazlarını düzenli olarak kılar, kılamadığı vakitleri küçük bir deftere not ederdi. O zamanlarda Zile'nin yetiştirdiği çok kültürlü, muhterem bir zat olan müftü Arif Efendi'den ders alırdı."

(Alıntıdır)

18 Kasım 2012 Pazar

Başkadır Başka...

Şiirleriyle, yazılarıyla, senaryolarıyla, sinemalarıyla gönlümüzde taht kuran, Dâva ve Şahsiyet Adamı, Rize Ülkü Ocakları eski Başkanı, Kur'an Hafızı, Türk tefekkür hayatının değerli ismi Ömer Lütfi Mete Beyi rahmetle anıyoruz.




Leyla sevmek hostur amma
Mecnun olmak başkadır başka
Şarap içme hoştur amma
Ayık olmak başkadır başka


Yare varmak hoştur amma
Yaren olmak başkadır başka
Ateş olmak hoştur amma
Yanık olmak başkadır başka

Talip olmak hoştur amma
Dengin bulmak başkadır başka
Aşık olmak hoştur amma
Sadık olmak başkadır başka

(Ömer Lütfi Mete)


Kaynak

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ahıska Türkleri Sürgünü



Unutmadık, unutmayacağız!
Sürgünde hayâtını kaybeden soydaşlarımızı, rahmetle anıyoruz!
Trenlerle çıktık, tanklarla döneceğiz!
(14 Kasım 1944 günü Stalin'in emriyle Ahıska ve çevresinde yüz binlerce Müslüman Türk, zorla vagonlara ve kamyonlara doldurularak Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Sibirya’ya sürgün edildi. Bu sürgün sırasında yollarda açlıktan, soğuktan ve çeşitli hastalıklardan 17 bin Müslüman Türk hayâtını kaybetti.)

10 Kasım 2012 Cumartesi

YOLUNDAYIZ!



Atatürk'ün öldüğü gün İstanbul Üniversitesinde ders okutan Alman Profesör derse girdiğine öğrencilerin üzgün halini görünce yüreği parça parça olmuş.
Rektörü arayıp :
-Bugün ders vermeyeceğim ne yapayım? diye sormuş.
+Sizin memleketinizde büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın. demiş rektör.
Yabancı profesörün cevabı şu olmuş :

-Bizim ülkemizde hiç bu kadar büyük bir adam ölmedi...

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü Saygıyla Anıyoruz...

9 Kasım 2012 Cuma

Kervanin Son Şehidine – Ece Bağcıbaşı


Daha en başından, adına “ölüm” denen kurşuni bir kalemle çizilmişti bu davanın kaderi. Mukaddesatının etrafına ördüğü kalenin her tuğlasında elem vardı, taşıdığı harcın her zerresine gözyaşları karışmıştı “ülkü”nün. Kapıları açacak tek kilit, mücadeleydi.

Biliyorduk ki kutlu dileğe giden yol çetindi, “yufka yürekleri” kabul etmiyordu. Biz zaten ateşle sınanmaya “Kâlû Belâ”dan beri hazırdık. Bir tek Rabbimize eğdiğimiz başlarımızı, vatan ve millet uğrunda vermeye de razıydık.

Önce nefislerimizi öldürüp “biz” olduk. “Biz”i eğittik, donattık, büyüttük. “Biz”e inandık, güvendik, sevgi besledik. Böylesine sarsılmaz bir iman, kuvvet ve beraberlikle çıktık yola. Çok kayıp verdik bu yolculukta. Kimi kuytu bir sokakta, kimi zifiri karanlık bir zindanda, kimi de selam vererek çıktığı bir darağacında kavilleşti eceliyle. Ne de çok acı gördük…

Dile söylemesi kolay şimdi; lakin yüreğe taşıması çok ağırdı. Giden her canla birlikte, biz de eksildik. Onların yarım kalan yaşamlarıyla birlikte, bizim ruhumuz da öksüz kaldı.

Ama vazgeçmedik “biz” olmaktan, kervanımızı yürütmeyi bir an olsun bırakmadık. O kadar imtihanın ardından yüzümüzde pek çok çizgi belirse de, hareketimizin dümdüz çizgisini asla eğip bükmedik.

İşte yıllar önce kahrolası bir Ocak ayında harekete geçen şehitler kervanı, son yolcusunu geçtiğimiz yıl bu zamanlarda aldı. Ülküdaşımız Hasan Şimşek, 9 Kasım 2010’da Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde “karşıt görüşlü öğrenciler” değil; pkk terör örgütü yandaşları tarafından kalleşçe bıçaklanarak öldürüldü.

Kutlu mücadelemize dair bilgilerimizi, izlenimlerimizi, hislerimizi ağabeylerimizden duyduklarımız ve o döneme dair içimizde büyüttüğümüz efsanemizden vücuda getiren bizler, bu kez o anları gerçekten yaşadık.

Hasan’ı tanımasak da, omuz omuza mücadele etmemiş olsak da hiç, bizim devrimizin şehidiydi o. Şehadetine dair anıları an be an tecrübe ettik. Belki de bu yüzden, en çok onun ölümünden etkilendik, “en son” onun ölümünden.

Çok eskilere ait değildi çünkü bu öykü. Onunla tanışmış, oturup kalkmış, aynı sofradan yemek yemiş, aynı ocağa “göğüsleriyle ateş, gözleriyle su” taşımış olanlar vardı. Onunla gülmüş, onunla ağlamış olanlar vardı. Onun nefesini, sesini duyanlar; yüzünü okşayanlar vardı. Ve son nefesinde yanında olanlar, mübarek naaşını toprağa teslim edenler vardı.

İşte o gün, yüreğimize bir gölge düştü, zihnimize gece. Güneş doğmamak için direndi, şafak debelendi atmamak için. İçimizde bir ukde kaldı, ses tellerimize bir yumruk oturdu, gözlerimize buğular kondu…

Ama acımız bile yine haksızlığa uğradı bizim. Görmezden geldiler Hasan’ı. Öğrenci kavgalarında harcanmış bir hayat olarak resmedip onu, şehadetini dahi üvey bıraktılar.

Bizden başka kimse çıkıp “Hasan, bizim de şehidimizdir!” demedi, ardından “Katil pkk” diyerek zulmü kınamadı. Terör örgütüne yönelik operasyonlara bile “insani(!)” gerekçelerle karşı çıkan sevgi kelebekleri, teröristlerin gencecik bir cana, hem de kampüs ortasında kıymasına sesini çıkarmadı. Börtü böceğe bile acıyanlar, Hasan’ın ardından tek damla gözyaşı dökmedi.

Çünkü Hasan Şimşek, ayrıcalıklı azınlıktan ya da ağababalarınca azınlık yapılmaya çalışılanlardan değil; sıradan çoğunluktan biriydi. Sade, sadece, yalınkılıç bir Türk’tü. Ülkücüydü. Ne mensup olduğu bir azınlık cemaati, ne Avrupa Birliği komiserleri, ne de mütareke basını vardı ona sahip çıkacak. Bizim sözde aydınlarımız ve demokrat (!) medyamız gözünde bir değeri yoktu ölümünün.

Hasan’a vatansever bir Türk olduğu için saldırılmıştı. Terör örgütü, varlığının karşısında en büyük tehdit olarak, canına kastettiği Türk Milleti’nin en sağlam temsilcileri olarak görüyordu ülkücüleri. Bu sebeple ilk ve yalnızca onları ortadan kaldırmak için harekete geçmişti.

İşte bu yüzden, kederimizin yanına öfke de eklendi onun ardından. “Öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya” kaldık yine çünkü. Böylesine herkesi ilgilendiren bir hayat memat meselesinde, uğruna kardeşlerimizi toprağa verdiğimiz milletimiz aynı cesaret ve fedakârlığı gösteremedi. “Bu çocuklara Türk oldukları için; vatanlarına, bayraklarına, inançlarına sahip çıktıkları için saldırıyorlar” diyemedi. Bu hakikati dillendirip de siyaseti bir kenara bırakarak, ülkücü gençlere sahip çıkamadı.

Üstelik bizler, canımıza kastedenlere karşı dimdik durmaktan dolayı suçlandık. Bir yandan vatana sahip çıkmak için ter dökerken, bir yandan da nereden geldiği belli olamayan hain salvolara karşı kendimizi savunmak zorunda kaldık ve her türlü adiliğe karşı tahrik olmamak gibi büyük bir yükü omuzladık.

Ol bundan dolayıdır ki seni her andığımızda ülküdaşım, boğazımızda bir tortu düğümlenip kalıyor. Bir garip burukluk içinde yüreğimize akıtırken gözyaşlarımızı, tüm damarlarımıza isyandan mütevellit bir od yayılıyor. Bir türlü sevemediğimiz çağa ve çağın ardına saklanan çakallara isyanımızdan…

Senin ardından konuşmak, kalem oynatmak da ağır geliyor. Zira gencecik ruhuna yollayacak dualarımızdan başka bir şeyimiz yok. Bize düşen; yasını, isyanını ve kanın pahasına elden düşürmediğin bayrağı layıkıyla taşımak oldu şu fani dünyada.

Sen ise, belki de bizlerin asla ulaşamayacağı ulvi bir makamda oturarak kanatlandın hakiki âleme. Ve mazide kaldığını zannettiğimiz efsaneyi dirilttin. Çok acı da olsa, ülkücülüğün nasıl bir mücadelenin, nasıl bir adanmışlığın ve nasıl bir “biz”liğin adı olduğunu hatırlattın. Evet kardeşim, sen yeni ülkücü nesle bir umut ışığı yaktın. Bir kez daha ruhun şad, mekânın cennet olsun.

Cümle âlem bilsin ki biz, “Unutmak, tükenmektir!” diyenler, Hasan Şimşek’i ve onun gibi nice şehitlerimizi unutmadık, unutmayacağız. Bir gün tüm ağabeylerimiz, ülküdaşlarımız ve atalarımızla Tanrıdağları’nda buluşmak kavliyle, Yusuf yüzlü kahramanlarımıza selam olsun…

1 Kasım 2012 Perşembe

Dündar TAŞER'in Ülkücülüğü


Rahmetli Dündar Taşer ağabeyimiz, yalnız şuurlu bir milliyetçi değil, aynı zamanda çağımız Türkiye’sinin en seçkin ülkücülerinden biri idi. Kaybından duyduğumuz acıyı aslâ unutamadığımız ve arkasında bıraktığı boşluğa gittikçe büyüyen bir hüzünle baktığımız Taşer, hiş şüphe yok ki, yaşamanın mânâsını tanıdığı günden itibaren milliyetçiliğin en yüksek bir fikir ve memleketimiz için biricik kurtuluş yolu olduğuna inanmıştı.
Ama mesleğinin özelliklerinden ötürü, Türk milliyetçilerinin fikir ve siyaset sahasındaki çalışmalarına ancak l960 yıllarından sonra katıldı. Böyle olmasına rağmen, çok kısa bir süre içinde en ön saflara geçmesinin, nice şöhretleri geride bırakarak o kadar sevilen ve sayılan bir “ağabey” durumuna gelmesinin bize göre asıl kaynağı, en ufak bir dünya hesabının hiçbir zaman lekelemediği ülkücülüğüdür.

Ülkücülüğün başlıca şartı, kendisi için hiçbirşey istememek, ama millet dostlarına ve ülkü ortaklarına sahip olduklarının hepsini hiç düşünmeden vermektir. Rahmetli Taşer, hiç isteyiciliğin küçüklüğüne düşmemiş, mütemadiyen vermiş, hep öyle yaşamıştır.

Zekâsının ışıklı zenginliğini, gönlünün tükenmez sevgisini, muhteşem tarihimizden alınan emsalsiz derslerle beslenmiş engin bilgisini cömertçe dağıtmanın hazzını tatmıştı. Büyük hedeflere yönelmenin seçkin kişiler elinde gerçekleşeceğini, yüce bir ülküye inananların birbirini sevmesi, sayması ve küçüklerin büyükleri dinlemesi şartını hiç unutmamış, herkese öğretmeğe çalışmıştır.

Gereksiz lâf ebeliklerinden, haklılık üstüne uzun nutuklar çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. her birini öz yavrusu gibi sevdiği ve esirgediği gençlere: “Belki yanlış düşünüyorum. Ama, madem ki ben istiyorum, böyle yapacaksınız!..” dediğini çok duymuşumdur. Gayesi elbette ders vermekti; Türk töresine göre son kararın nasıl alınacağını öğretmekti. Nitekim kendisi, “Alparslan Türkeş’in yanlışı, benim doğrumdan üstündür!..” diyebilecek bir faziletin temsilciliğini yapmıştır.

Rahmetli Dündar Ağabeyimiz, milletine ve ülküsüne zarar vereceğinden şüphelendiği hiçbir işe başlamadı; ama yaptığı her işin doğru olduğunu da hiçbir zaman öne sürmedi. 27 Mayıs’la ilgili bir hâtırasını, daha doğrusu hiç unutamadığı bir hayâl kırıklığını birkaç defa dinledim; “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adındaki değerli eserin sahibi Z.N. dostumuz da kitabına almış. Siyaset dünyasındaki ilk uyanışını şöyle anlatmıştır :
“l960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telâkkide idim. Herhalde iyi bir Anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın. Çünkü, bizim münevverimizin umumi kanaati budur.

Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz zannı, hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, l960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez; “Aç olduklarını söylediler” Biz de açtık. Ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik. Yediler. Hattâ o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar!” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi.
Onlara karşı böyle bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa an’anelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ülemaya hürmeti gibi idi. Türkiye’de çok şey değişmişti ama, değişmeyen böyle şeyler de vardı. Yemeklerini yedikten sonra “Bize bir Anayasa yapın” teklifinde bulunduk. Onlar: “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” diye sordular. İşte bu sual beni intihaba getirici cümle oldu. “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” Allah Allah benim istediğim gibi mi Anayasa olacak? Öyleyse size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı.

O zamanın hukukçuları ve uleması “Kanun senin istediğindir!” dememişlerdi. Aksine, “Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin selâhiyetin dahilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifendir. Şuna ise hakkın ve selâhiyetin yoktur!” demişlerdi.
“Devleti hukuka tâbi, hukukla mukayyed’in, sonları arzularıyla değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı” gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım. Sonra, “Efendim, Guatemala Anayasası yok; efendim, Kostarika Anayasası elimizde değil; efendim Uruguay’ınki de mevcut değil (!)” dediler.

Suallerine bir de “Şimdiye kadar ne ile meşguldünüz? Madem ki meşgul değildiniz , ne için ve neye göre Anayasa tadili ve tebdili istediniz? Neden çarşaf gibi beyanatlar verdiniz? Niye ümitleri bu noktaya bağladınız?” istihfamı eklendi.

İtiraf edilen hatâ, gösterilen büyüklüğün yanında nasıl da cüce kalıyor! İşte bir “Türkmen Ağası” nın mert seciyesi ve işte sahici ÜLKÜCÜLÜK.

Nûr içinde yatsın.

Galip Erdem

BOZKURT Dergisi 1974/ Haziran/  sayı 21