9 Kasım 2012 Cuma

Kervanin Son Şehidine – Ece Bağcıbaşı


Daha en başından, adına “ölüm” denen kurşuni bir kalemle çizilmişti bu davanın kaderi. Mukaddesatının etrafına ördüğü kalenin her tuğlasında elem vardı, taşıdığı harcın her zerresine gözyaşları karışmıştı “ülkü”nün. Kapıları açacak tek kilit, mücadeleydi.

Biliyorduk ki kutlu dileğe giden yol çetindi, “yufka yürekleri” kabul etmiyordu. Biz zaten ateşle sınanmaya “Kâlû Belâ”dan beri hazırdık. Bir tek Rabbimize eğdiğimiz başlarımızı, vatan ve millet uğrunda vermeye de razıydık.

Önce nefislerimizi öldürüp “biz” olduk. “Biz”i eğittik, donattık, büyüttük. “Biz”e inandık, güvendik, sevgi besledik. Böylesine sarsılmaz bir iman, kuvvet ve beraberlikle çıktık yola. Çok kayıp verdik bu yolculukta. Kimi kuytu bir sokakta, kimi zifiri karanlık bir zindanda, kimi de selam vererek çıktığı bir darağacında kavilleşti eceliyle. Ne de çok acı gördük…

Dile söylemesi kolay şimdi; lakin yüreğe taşıması çok ağırdı. Giden her canla birlikte, biz de eksildik. Onların yarım kalan yaşamlarıyla birlikte, bizim ruhumuz da öksüz kaldı.

Ama vazgeçmedik “biz” olmaktan, kervanımızı yürütmeyi bir an olsun bırakmadık. O kadar imtihanın ardından yüzümüzde pek çok çizgi belirse de, hareketimizin dümdüz çizgisini asla eğip bükmedik.

İşte yıllar önce kahrolası bir Ocak ayında harekete geçen şehitler kervanı, son yolcusunu geçtiğimiz yıl bu zamanlarda aldı. Ülküdaşımız Hasan Şimşek, 9 Kasım 2010’da Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde “karşıt görüşlü öğrenciler” değil; pkk terör örgütü yandaşları tarafından kalleşçe bıçaklanarak öldürüldü.

Kutlu mücadelemize dair bilgilerimizi, izlenimlerimizi, hislerimizi ağabeylerimizden duyduklarımız ve o döneme dair içimizde büyüttüğümüz efsanemizden vücuda getiren bizler, bu kez o anları gerçekten yaşadık.

Hasan’ı tanımasak da, omuz omuza mücadele etmemiş olsak da hiç, bizim devrimizin şehidiydi o. Şehadetine dair anıları an be an tecrübe ettik. Belki de bu yüzden, en çok onun ölümünden etkilendik, “en son” onun ölümünden.

Çok eskilere ait değildi çünkü bu öykü. Onunla tanışmış, oturup kalkmış, aynı sofradan yemek yemiş, aynı ocağa “göğüsleriyle ateş, gözleriyle su” taşımış olanlar vardı. Onunla gülmüş, onunla ağlamış olanlar vardı. Onun nefesini, sesini duyanlar; yüzünü okşayanlar vardı. Ve son nefesinde yanında olanlar, mübarek naaşını toprağa teslim edenler vardı.

İşte o gün, yüreğimize bir gölge düştü, zihnimize gece. Güneş doğmamak için direndi, şafak debelendi atmamak için. İçimizde bir ukde kaldı, ses tellerimize bir yumruk oturdu, gözlerimize buğular kondu…

Ama acımız bile yine haksızlığa uğradı bizim. Görmezden geldiler Hasan’ı. Öğrenci kavgalarında harcanmış bir hayat olarak resmedip onu, şehadetini dahi üvey bıraktılar.

Bizden başka kimse çıkıp “Hasan, bizim de şehidimizdir!” demedi, ardından “Katil pkk” diyerek zulmü kınamadı. Terör örgütüne yönelik operasyonlara bile “insani(!)” gerekçelerle karşı çıkan sevgi kelebekleri, teröristlerin gencecik bir cana, hem de kampüs ortasında kıymasına sesini çıkarmadı. Börtü böceğe bile acıyanlar, Hasan’ın ardından tek damla gözyaşı dökmedi.

Çünkü Hasan Şimşek, ayrıcalıklı azınlıktan ya da ağababalarınca azınlık yapılmaya çalışılanlardan değil; sıradan çoğunluktan biriydi. Sade, sadece, yalınkılıç bir Türk’tü. Ülkücüydü. Ne mensup olduğu bir azınlık cemaati, ne Avrupa Birliği komiserleri, ne de mütareke basını vardı ona sahip çıkacak. Bizim sözde aydınlarımız ve demokrat (!) medyamız gözünde bir değeri yoktu ölümünün.

Hasan’a vatansever bir Türk olduğu için saldırılmıştı. Terör örgütü, varlığının karşısında en büyük tehdit olarak, canına kastettiği Türk Milleti’nin en sağlam temsilcileri olarak görüyordu ülkücüleri. Bu sebeple ilk ve yalnızca onları ortadan kaldırmak için harekete geçmişti.

İşte bu yüzden, kederimizin yanına öfke de eklendi onun ardından. “Öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya” kaldık yine çünkü. Böylesine herkesi ilgilendiren bir hayat memat meselesinde, uğruna kardeşlerimizi toprağa verdiğimiz milletimiz aynı cesaret ve fedakârlığı gösteremedi. “Bu çocuklara Türk oldukları için; vatanlarına, bayraklarına, inançlarına sahip çıktıkları için saldırıyorlar” diyemedi. Bu hakikati dillendirip de siyaseti bir kenara bırakarak, ülkücü gençlere sahip çıkamadı.

Üstelik bizler, canımıza kastedenlere karşı dimdik durmaktan dolayı suçlandık. Bir yandan vatana sahip çıkmak için ter dökerken, bir yandan da nereden geldiği belli olamayan hain salvolara karşı kendimizi savunmak zorunda kaldık ve her türlü adiliğe karşı tahrik olmamak gibi büyük bir yükü omuzladık.

Ol bundan dolayıdır ki seni her andığımızda ülküdaşım, boğazımızda bir tortu düğümlenip kalıyor. Bir garip burukluk içinde yüreğimize akıtırken gözyaşlarımızı, tüm damarlarımıza isyandan mütevellit bir od yayılıyor. Bir türlü sevemediğimiz çağa ve çağın ardına saklanan çakallara isyanımızdan…

Senin ardından konuşmak, kalem oynatmak da ağır geliyor. Zira gencecik ruhuna yollayacak dualarımızdan başka bir şeyimiz yok. Bize düşen; yasını, isyanını ve kanın pahasına elden düşürmediğin bayrağı layıkıyla taşımak oldu şu fani dünyada.

Sen ise, belki de bizlerin asla ulaşamayacağı ulvi bir makamda oturarak kanatlandın hakiki âleme. Ve mazide kaldığını zannettiğimiz efsaneyi dirilttin. Çok acı da olsa, ülkücülüğün nasıl bir mücadelenin, nasıl bir adanmışlığın ve nasıl bir “biz”liğin adı olduğunu hatırlattın. Evet kardeşim, sen yeni ülkücü nesle bir umut ışığı yaktın. Bir kez daha ruhun şad, mekânın cennet olsun.

Cümle âlem bilsin ki biz, “Unutmak, tükenmektir!” diyenler, Hasan Şimşek’i ve onun gibi nice şehitlerimizi unutmadık, unutmayacağız. Bir gün tüm ağabeylerimiz, ülküdaşlarımız ve atalarımızla Tanrıdağları’nda buluşmak kavliyle, Yusuf yüzlü kahramanlarımıza selam olsun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder