16 Mart 2008 Pazar

Kan ve Yağmur

* Milli Mücadele kahramanlarına, İstiklal Marşımızın kabulü ve Milli Şairimiz Mehmet Akif’e ithafen,

Sihirli bir el, tozlu tarih kitabımın sararmış sayfalarından birini açıyor. Yanlış mı görüyorum diye gözlerimi ovuşturuyorum ama hayır, doğru. Harfler yavaş yavaş eridi ve o siyah-beyaz görüntüler yerleşti yazıların yerine. Askerler görüyorum; yığın yığın askerler; uykusuz, susuz, aç ve yorgun, ama güçlü askerler. Toplar, tüfekler, cesetler, kanlar....

İnsanlar karınca gibi, bir o yana bir bu yana koşuyorlar. Çocuklar ağlıyor, yaşlılar yorgun gözlerle olup biteni izlemek yerine, tutmayan bacaklarına rağmen bir şeyler yapabilmek için yırtınıyorlar. O da ne? Kadınlar da var. Hem de öyle yürekli, öyle azimliler ki... Tozdan dumandan göz gözü görmüyor. Komutanlar bağırıyor, hem emrediyor hem de kendi buyruklarını ilk önce kendileri uyguluyorlar.

Karşı tarafa bakıyorum: tek tip lejyonerler. Ruh yok, istek yok; ama güçlüler. Paraları, silahları, makineleri var. Bu insanlar delirmiş mi diyorum kendi kendime. Nereye kadar tutunabilirler bu teknoloji karşısında? Ne garip insanlar bunlar diyorum.

Bir dakika bir dakika! Savaş kızıştı. Helal olsun be ihtiyar delikanlı, nasıl vurdun o burnu büyük albayı. Dur küçük çocuk dur! O sopayla başaramazsın o koca tüfekle baş etmeyi. Koşun kurtarın, göz göre göre gidiyor çocuk! Of yapmayııınnn! Ne gerek vardı o günahsızın tazecik kanının da diğerleri gibi toprağı sulamasına. Doymadın mı zalim toprak? Daha ne kadar kurban istiyorsun? Teyzeme bakın, nasıl koşuyor cephane yetiştireyim yavrularıma diye. Ama o da ne? O da yiyor adres bilmez kurşunu sırtına.

Aman Allah’ım, yeter bu zulüm artık! Kapamak istiyorum, kapanmıyor şu lanet olası kitap. Ecdadımın katlini izlemek için açmadım ki ben bunu.

Ama durun durun! Bütün bu vahşet kalktı ortadan, bak güneş nasıl da gülümsüyor dağların ardından."Nereye kadar tutunabilirler?"demiştim ya, cevabımı aldım ben. Sadece ben mi? Tüm dünya aldı bu cevabı yüzlerine inen ağır bir tokat gibi.

Bu yağmur aydınlık geleceğin habercisi. Yavaş yavaş, ama sertçe dökülüyor. Her damlası bir hançer gibi saplanıyor o zalimin göğsüne, bu insanlara yaşattıklarının öcünü almak istercesine. Her damla koca bir insanın bütün kanını temizliyor ve yepyeni umutlar ekmemiz için hazırlıyor toprağı.

İnsanlar buruk, ama nasıl da mutlu ve gururlular. Alınları açık, başları dik, bir daha bu günleri yaşamamaya ve yaşatmamaya yeminli, emin adımlarla ilerliyorlar. Dünya yeniden yaratılıyor sanki. Ağaçlar, dağlar, denizler, kuşlar ölmüşlerdi ya, diriliyorlar artık. Esaret zincirleri kırıldı, dev uyanık bundan sonra. Heeyy! Size söylüyorum satılık ruhlar! Dinleyin beni.

Ve bir bayrak oluşuyor nur ile. Gurur bekçilerinin kanlarıyla hayat bulmuş coşkun ırmaklar gibi akan; ölümümüzü de dirilişimizi de yukarıdan izlemiş, insanlarımızın yüreklerindeki inanç ateşi kadar parlak olan "ay ve yıldız"a da hükmeden bir bayrak. Ve o marş... Sonbahar rüzgârlarıyla beraber kulağıma cesaret ve umut ninnileri fısıldayan o marş...

Aaa! Kitap kapanmış. Ama dur! Marş devam ediyor ve sonsuza kadar da devam edecekmiş gibi görünüyor. Ne diyordun güzel sesli bülbül:

"Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!"

Ece BAĞCIBAŞI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder