29 Ocak 2008 Salı

İstenirse Olur

Sevgili ülküdasim,

Allah'in sanli elçisi karanligi dagitmaya basladiginda tek basinaydi. Ínsanligi sönmez bir nura, benzeri bulunmaz bir huzura götürecek olan rahmet ve cihat peygamberi, Rabbinden aldigi emri yerine getirmeye çalisirken büyük hakaretlere maruz kaldi; iskence edildi, sevenleri ile arasina duvarlar örülmek istendi, "yanliz" birakildi, suçlandi ama hiç yilmadi.

Yilmadi, çünkü bizzat Cenab-i Allah tarafindan vazifelendirilmisti ve Allah'imiz ona genis, korkusuz bir yürek; sonsuz bir mücadele azmi ve sarsilmaz bir iman vermisti. Küfür, yere batmak üzere olan saltanatini kurtarabilmek ve insan haysiyetine yarasmayan düzenini sürdürebilmek için ona Arabistan'in en güzel kizlarini sundu, ebedî bir krallik ve sayilmiyacak ölçüde servet teklif etti. O bunlarin hiç birini kabul etmedi.

Etmedi, çünkü "bir eline ay, diger eline günes konulsa" dahi asla vazgeçmiyecegi bir "hak davasi" vardi. Biliyordu ki; "Allah, mutlaka nurunu tamamliyacakti!"Mekke halki onu "emin" olarak tanirken, "cehennemden cennete" daveti karsisinda "bizi bunun için mi çagirdin!"diyebildi. Hatta akrabalari bile. Âlemlerin iftihari olan Efendimiz belki üzülüyordu ama, asla ümitsizlige düsmüyordu. Biliyordu ki, Rabbi onu yardimsiz birakmayacak ve mutlaka bir zafere erisecekti. Kadinlardan Hz. Hatice, zenginlerden Hz. Ebubekir, kölelerden Hz. Zeyd, çocuklardan Hz. Ali (Allah hepisinden razi olsun) ile basliyan iman hareketi, kirkinci müslüman Hz. Ömer (r.a) ile birlikte "kuvveden fiile" dönüstü. Teblig ve cihad hiz kazandi. Neticede, söylemesi dile kolay olan çetin bir mücadeleden sonra Íslâm, cihana yayilmaya basladi. Cihana ve gönüllere.

Kiliciyla Halidler, mailiyla Ebubekirler, caniyla Sümeyyeler, ilmiyle Aliler, sanatiyla Hasanlar, dirençleriyle Bilâller, Salmanlar, Talhalar genisletmisti bu kutlu yolu.Müslümanlar Íslâmdan uzaklastikça kâfirlerin güdümüne girdiler. Aziz iken zelil oldular. Kuran ve Sünneten uzak olan bir ümmet, Kuran ve Sünnete düsman olan baska bir ümmet tarafindan ezildi, ezildi. Öyle ki, Kfür, kendisini "hak" olarak kabul ettirdi.

Sevgili gönüldasim,

Bunlari hatirlatmakta ki gayem, içinde bulundugumuz sartlarin tahlilini yapabilmek içindir.Gayreti rafa kaldirip sadece tevekküle siginirsak ellerimiz bögrümüzde kalamaya devam ederiz. Türk milliyetçisi oldugumuz için milletimizi; müslüman oldugumuz için bütün Íslâm ümmetini içine alan bir hamleyle çagi kusatmaliyiz.

Ülküdasim,

"Allah'in Resülünde sizin için güzel örenkler vardir" mealindeki Ahzap suresi 21.ayetini ölçü alirsak nice zorlugu kolaylikle altederiz. Resulullah, bazi "millet kaçaklari" nin iddalarinin aksine "müslümanin din kardesleri için çalismasiyla beraber kendi kavimlerinin mefaatine gayret göstermelerini" de emir buyurmuslardir. Bunun için biz Türk-Íslâm Ülkücüleri, "dünyanin neresinde olursa olsun bir müslüman ayagina batan dikenin acisini hisstmis", "sizin hayriliniz kötü olmayan islerde asiretini, kavmini müdafa edendir" kutlu Peygamber buyruguna uyarak yüce milletimizi korumaya calismisizdir.

Müslüman kâfirden; Türk'e Türk olmayandan bir fayda gelmedigi bu dünyada üzülerek söyliyelim ki, müslümanin müslümandan, Türk'ün Türk'ten sadece uzaklasmakla kalmayip bir birine hasim olduklarini görüyoruz. "Ímamesi" kaybolmus bir tesbih; kumandani ve bütün kurmaylari düsmana esir düsmüs bir ordu gibiyiz.Paramparça olmus Íslâm âleminin içinden "dirilis sancilari" nin duyulmasi bizi az da olsa ferahlandiriyor. Bu itibarla biz diyoruz ki: "Müslümanlar hem dinleri hem de millî kültürleriyle, <> karsi bir üstünlük saglamak istiyorlarsa önce kendi ayaklari üzerinde durmayi ögrenmeli, daha sonra siyasî, askerî, ekonomik isbirligine girmelidir."

Türk milliyetçilerinin kisa vadede gayesi, Türk milletini mutlu, varlikli; Türkiye Cumhuruyeti Devleti'ni güçlü kilmak" olduguna göre, bu ugurda her türlü engeli asacak bir azme sahip olmaliyiz. Sapik bir "ümmetçilik" anlayisi ugruna milletimizden, sakat bir "milliyetçilik" anlasiyla dadindaslarimizdan uzak kalmaliyiz.

Biz Türkiye'de Türk milletinin kültürüyle iktidar olmasini "arzu etmiyor" , bunun gerçeklesmesi için çalisiyoruz. Bu topraklar üzerinde Türklügün yasamasindan rahatsizlik duyanlar, Türk'e yeni bir din, yeni bir milliyet tayin edenler elbette "Türkçülük'ten rahatsiz olacak ve buna çesitli "kilik"larla saldiracaklardir. Türk'ün kendi vataninda iktidar olmasinin yolunu tikamaya çalisanlara karsi en büyük silahimiz, millî kimligimizin yasatilmasi için gayret eden Türk milliyetçiliginin yegane siyasî organi Milliyetçi Hareket Partisi'ni iktidara tasimaktir.

Dün "tek" basina kutlu bir "savasa"giren Alparslan Türkes, bugün milyonlara erisen bir fikir, iman veaksiyon hareketi meydana getirmistir. Ayna kadro Cenab-i Allah'in iziniyle ve milletinden aldigi destekle Türk'ün cihan hakimiyetinin yeniden baslaticisi olackatir.

Daha dün millî meselelerde "duyarsiz" kalan bir halk, bugün "içindeki devi uyandirmissa" bunda Milliyetçi-Ülkücü hareketin büyük rolü vardir. Íste bizim en büyük eksikligimiz, bu "milli hassasiyete ulasan" milyonlarca insani ayni çati altinda toplayamamamizdir.

Aci ama gerçek bu!
Hep halkin bize gelmesini bekledik."Ekran ve sayfalar bize kapali" diye sikâyet ettik ama, insanimizin kapisini çalip "bir aci kahvesini" içmedik.Kendi insanimiza kendimize anlatmayi hep bazi arkadaslarimiza havale ettik.Hiç bir insanimizi hor görmedik fakat, "böylesine mukaddes bir ülküye sahip olmamiza ragmen bizi niçin yanliz birakiyorlar" diye içten içe kizdik onlara. Halkimiza kendimize tam olarak anlatamadigimiz için, bizi sadece kominizme karsi bir tepki hareketi zannetmelerine içerlemeye hakkimiz olmadigi halde onlara sitem ettik.

"Vatanin ve milletin bölünmez bütünlügü" konusunda zerre kadar taviz vermiyecek bir yapiya sahip oldugumuzdan baska hangi özelligimizi gösterdik halkimiza?!

Dürüstlügümüze ve ahlâkimiza sahit olan insanimiza; özellestirmeden sosyal güvenlik sistemine ; tarim kentlerinden, isçinin fabrikaya ortak olma projesine; sanayilesme v etarim forumlarindan orta ögretimde Kuran-i Kerim'in mecburî ders olarak okutulmasina kadar pek çok hususta Milliyetçi Hareket'in görüslerini arzedebildik mi?!

Ülküdasim,

Yine de halk bize geliyor. Bütün Türk milleti bizimle hareket etmeye hazir. Yeter ki biz milliyetçi çizgiyi iyi kavrayalim ve dogru anlatalim. Allah Resulünün yaptigi gibi her türlü zorluga ragmen yilmadan, geri adim atmadan mücadeleye devam!

Muhabbetle Kucaklarim
Allah'a emanet ol!

(Ülkücüye Mektuplar)

Kaynak

Yanlışlıklar

Ülküdasim, Dün aldigim mektubumda bazi sIkIntIlardan bahsetmissin... Davamizi taniyabilmenin yolu hakkinda görüslerini belirtmissin. Düsüncelerine aynen katiliyorum.Ülkücülügün ne olup olmadigini anlatirken; "ülkücüyüm"diyen bazi sahislarin menfi hareketlerinin, bilhassa genç kardeslerimizin zihinlerinde bulaniklil meydana getirdigine isaret etmissin ki, bu üzerinde hassasiyetle durmamiz gereken bir husustur. Bu olumsuz tiplerin, bizi disaridan degerlendirenler icin de "firsat" verdikleri görüsüne katilmamak ve üzümemek elde degil.

Ülküdasim "Bes parmagin besi de bir olmadigi" gibi Allah'imiz insanlari farkli karekterlerde yaratmistir. Ayrica her insanin içinde iyi ve kötü bir çok özellik "kolkola" yasamaktadir.Bazi insanlarin fikrî sahsiyeti ile FITRÎ sahsiyeti bir birine uymuyabilir. Yani yaratilistan getirdigi bir takim özellikleri ile kafa yapisi arasinda uyumsuzluklar bulunabilir. Bu "senkron" bozuklugu hepimizde olabilir ve mutlaka "bakim"a, baska bir deyisle <"terbiye"ye tâbi tutulmasi icap eder. Bencil yaratilisi bir insani baskalarini kendine tercih eden bir "feragat adami" haline getirmek çok uzun bir çalismayi gerektirebilir. Fakat, bütün mesakkatlar neticesinde "üstün ahlâk sahibi" bir toplum olusmasi bütün yorgunluga deger!

Sevgili gönüldasim,
Bir insanin karekterini iyice bilmeden onun hakkinda karara varmamaliyiz. "Olmasi gereken" ile "olan" arasinda hüküm verirken, karsimizdakinin de "bizim gibi bir insan" oldugu akildan çikarilmamalidir. Hangi dava olursa olsun, kendine gönül verenlerden çok önemli bir sey ister: Düsünce ve davranislariyla davanin esaslarina uymak! Eger bunu kabullenmeyenler varsa kendilerine daha kolay ve nefislerine hos gelen baska bir yola geçebilirler.

Hareketimiz,"Hürriyetçilik ve Sahsiyetçilik" ilkesine sahip oldugu için ferdî kisiliklere deger verir, bununla birlikte deger yargilarini Íslâm inanci ve Türk töresinden aldigi için bu iki esasta tam mânasi ile baglanmayi "sart kosar". Zaaflarimiz hem Türk, hem müslüman olarak sekillenmis kimligimize zaman zaman müdahale edilebilir. Ísze o zaman "siyasi kisiligimizi" sahsi varligimizin önüne geçirip inançlarimizin kontrolüne teslim olmaliyiz. "Kendimiz olmak"yolunda nefsimizle ve disaridaki engellerle mücadele etmek zorunda kalabiliriz. Bir dâva adamini "sokaktaki adam" dan ayiran en önemli fark belki de bu, baskalarina benzememek gayretidir. Biz "kendimiz olmak" derken bütün safligi ve saglamliyla Müslüman-Türk kimligini kasdediyoruz!

Bu kimlige bürünmek isteyenler oldugu gibi, bu kimligi "kaybedenler" ve buna düsman olanlar da vardir. Biz, hem "ecdadimiza benzemek", hem de onlarin tarihî misyonu olan "âleme nizam verme" ülküsünü gelecege tasimak gayesiyle donandigimiz için "ferdi hayat" yasama hakkina sahip degiliz! "Ben"imiz, "biz" içerisinde eridiginde yahut baska bir ifedeyle toplumsal suur içerisinde ayni düsünce ve idealleri paylastigimiz "ülküdas"larimizdan farkimiz kalmadiginda gerçek mânada bir teskilât ve dâva adami hâline geliriz.

Insanlari, "ayni tornadan çikmis" fabrikasyon mamuller olarak görmüyoruz ancak, ayni fikir ve iman cografyasinda yasamaya karar vermis ve böyle bir taahhüde "imza" atmis insanlar arasinda azamî ölçüde "gönül, kafa ve hareket birligi" nin olmasi gerektigini idda ediyoruz. Bu itibarla, hareketimizin "nev-i sahsina münhasir" bir "ülkücü tipi" buldugunu söylüyoruz.

"Ülkücüyüm" diyen insanlar, sahsî varliklarini teskilât prensiplerine uydurmaya "söz vermis" sayilir. Bunun için, ülkücü dünya görüsünü benimsiyenlerden, ülkücülügü hiç bir taviz vermiyecek sekilde hayat tarzi hâline getirmelerini istemek en tabii hakkimizdir.
Ülkücülük, ihtiyaç oldugunda kullanilan, isi bitince yerine kaldirilan bir "araç" degil, bilakis adini tasiyan insanlarin hayatini sekillendiren bir mukaddes dâvadir.

Degerli Ülküdasim,
Bizimle "yol arkadasligi" edenlerin içerisinde henüz "çig" olanlar bulunabilir. Buna göz yummamakla birlikte düzeltmek için gayret sarfetmeliyiz. Hangimiz "dört dörtlük" oldugunu iddia edebilir. Hepimizde az-çok kusur yok mudur? Önemli olan kusurlu olanlari dislamak mi yoksa onlari "kazanmak" midir. Zaten fazilet, kusurlari sayip ortaya dökmek; ifsâ etmek degil, kötülügü bir iyilikle degistirmektir.

Allah'in elçisi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.); 'Hepiniz kardesinizin aynasisiniz. Kardeslerinizde bir leke gördügünüzde o lekeyi güzelce silin! buyurarak "kardes" olmanin gereklerinden birini isaret etmislerdir.Ülküdaslarimizin "ayibini" kendi ayibimiz olarak kabul etmeli ve en güzel sekilde o ayibi bir faziletle degistirmeliyiz. Devamli kötü fiiller isliyeni ikaz etmek ve düzelmeleri tavsiyesinde bulunmak bizim icin ayni zamanda dinî bir vazifedir. Ahlak zaafi içerisinde bulunmaya israr edenler bütün "ihtar" ve çabalarimiza ragmen hataya devam ediyorsa, "çikis kapisini" göstermekte ertelenmez bir görevimizdir. "Bir uyuz keçi bütün sürüyü pis eder" misali davamiza zarar veren kisileri dislamak hakkimizdir. Tekrar edelim, bu en son basvurulacak bir istir. Bir Allah dostunun bu konuda, yani "kötü arkadas" hususunda muazzam bir hadisesi var ki, bizim için büyük anlam tasimaktadir.
Ülküdasin...

Bu büyük zatin "namazli-abdestli" bir arkadasi varmis. Ama nasil olmussa seytanin tuzagina düsmüs ve sapitmis. Bir kaç kisi büyük zatin yanina gelmis ve; "senin o yanindan ayrilmadigin arkadasin vardi ya, iste o öyle bir sapitti ki sorma! Ne namaz kiliyor; ne oruç tutuyor. Kumar oynamaya, sarap içmeye, kötü kadinlarla düsüp kalkmaya basladi... Bir an evvel onunla arkadasligini kes!" demisler.
Bu sözleri isiten büyük zatin kendilerine uyacagini bekliyenler onun su sözleri ile gerçek "Íslâm ölçüsünü" görmüsler:
"Ya! Demek arkadasim bu hâle düstü. Öyleyse onun asil simdi benim arkadasligima ihtiyaci var!"

Ülküdasim,

Ínsanlarda iki türlü yanlis bulunabilir;
Bir, fikirde yanlislik,
Íki, fiilde yanlislik.

Davamizin esaslari bellidir. en son hedefi âlemde ilâhi nizami tesis etmek; Allah'in Kitabini ve adini yüceltmek olan teskilatlarimizi ve fikriyatimizi benimsiyenler bu düsüncenin ana hatlarini saglam olarak bilmelidir. Bilmelidir ki, yanlis düsüncülerin yörüngesine girmesin; sasirip girecek olursa bir an evvel asil mecrasina dönsün! Ülkücülügün din, tarih, ekonomi, sanat, siyaset, dil, milliyetçilik vs. anlayisini iyice kavradiktan sonra bu hususlarda yerlesmis esaslar ile sahsî düsüncülerimizin saglamasini yapabiliriz.

Dünya görüsümüz, milletimizin kiymet hükümlerinin billûrlasmis hâlidir. Tartisilmiyacak degerlerimiz vardir, ancak fikir sistemimizde ve siyâsi sahsiyetimizde "dogmatiklige" yer yoktur. Durgun, "statik" degil, dinamik bir özellige sahip oldugumuz için gayemizi tahakkuk ettirme yolunda "her türlü" fikri tartismalara açigiz. "Ümmetimin ihtilafindan-görüslerin çatismasindan- rahmet dogar" prensibi isiginda hedefe dogru ilerlerken, hareketin esaslarini açacak olan istisare ve tarismanin önemine inanmaktayiz.

Fikirde yanlislik dereken, fikrin yanlisligini degil, o fikir sistemine mensup kisilerdeki yanlisliga dikkat çekmek istiyoruz. Mesela; namaz kilmanin müslümanligin sartlarindan olduguna inanan bir kisinin günde dört vakit "zannetmesi" gibi...

Íkinci yanlislik, fiilerde yapilan yanlisliktir, demistik. Sende kabul edersin ki, bir dünya görüsüne bagli olan insanlarin tamamini "tek tip" yapmak imkânsizdir. Buna ragmen bizim gayretimiz bütün insanlarimizi yüksek ahlâk sahibi yaparken, fikirdaslarimizi da düsünce ve fiilde örnek hâle getirmektedir. Aramizda savundugu fikre uymayan hareketlerde bulunanlarin olabilecegini belirtmistik. Bunlar, "fikir yalancilari"dir. Zaten bunlarin çogu harekete "fikir endisesi"nin disinda baska bir gaye için katilmislardir. Fikre bagli olup da hareket eksikligi olanlar da zaten "davalarini yasayamamanin" ezikligi içerisindedir.Hele hele ülkücülüge yakismayan davranislarda bulunanlar, eger kötü niyetli degillerse, mutlaka vicdan huzursuzlugu pençesinde kivraniyorlardir...

Peki, bütün bu manzara karsisinda ne yapalim ülküdasim? Herseyi oluruna birakip, genis gönüllülükle seyirci mi kalalim? Fikirde ve fiilde hatali olan arkadaslarimizi derhal disliyalim mi? Yanlisa düsenlere bir tekme de biz vurarak onlara dogru olani göstermeden, inançlarini yasamiyorlar diye "buguz" mu besliyelim? "Bizden olmayanlara" gösterdigimiz hosgörüyü onlardan esirgiyelim mi?

Bana kalirsa, hatada israr etmemeleri sartiyla, bizimle fikir birligi edenlere sicak davranmaliyiz. Bu sicaklik neticesinde gönüller isinacak ve birbirine daha da yakinlasacaktir. Gönül ve fikir birligi saglam temellere oturan teskilatlar her türlü "firtina"ya karsi mukavetli olurlar. "Ülkücüdür, ne yapsa iyidir" demedigimiz gibi, "ülkücüdür, mutlaka en iyi olmalidir" demeliyiz.

Degerli Ülküdasim,

"Sen de hep hosgörüden bahsediyorsun!" dedigini duyar gibiyim ama, bir örenk daha vermek istiyorum. Hazreti-i Íbrahim Peygamber'in, sofrasina misafir almadan yemek yememe âdeti varmis. Yoldan geçen saçi sakali bir birine karismis bir ihtiyari eve çagirmis. Adam yemege saldirircasina baslayinca Hz. Íbrahim, "niçin besmele ile baslamadigini" sormuş. Adam; "ben Mecusi'yim. Bizim din adamlarimiz bize böyle bir sey ögretmedi" deyince Íbrahim Peygamber öfkelenmis ve o mecusiyi evinden kovmus... Bunun üzerine Cenab-i Allah; "Ey Íbrahim! Bu adami bize inanmadigi halde tam yetmis senedir doyurmakta idik. Sen bir kere doyuramadin!" diye hitap etmis. Tövbe eden Halilürrahman Íbrahim Peygamber, adamdan özür dilemis ve tekrar sofrasina oturtmus.

Ülküdasim,

Maddeci; ahlâktan, tarihten, insanliktan ve milletten uzak zihniyetin palazlandigi günümüzde insanimiza sahip çikmak mecburiyetindeyiz. Ísimiz her geçen gün biraz daha zorlasmaktadir. Halkimiz, "medya"nin tesiriyle "hilkat garibesi" hâlini almaktadir. Türk'e benzemeyen Türkler, Hiristiyan gibi yasayan müslümanlar mantar gibi çogaliyor. Ínsanimiz, "resmi" kanallar tarafindan bile ihmal edilmis durumda. Onlari egitici ve yönlendirici vasitalara yeterince sahip degiliz. Türk gençligi de "belden asagi, beyinden yukari" ceryani'na kapilmis vaziyette. Türk'ü madde ve mamasiyla yok etme planinin uyguluyacilari karsisinda tek "uyanik" güç olarak Türk milliyetçilerini gördügü için bütün oklari bu tarafa yöneltmisler...

Ocaklarimiza çikan yollar üzerinde pusu kuran ser usaklarinin tahribatini önliyebilmek için öncelikle birbirimize sIkI sarilmali, fitne fesat üreticilerine firsat vermemeliyiz. Teskilatlarimizin üzerinde, basta Türk gençligi olmak üzere bütün milletimizi "yüksek vasifli Türk" yapma yükü vardir. Bu yük paylasilirsa hafifler.Mademki ülkücü kuruluslar kendilerini bu milletin "varlik davasinin takipçileri" olarak görüyor, o halde sahip olduklari "mesuliyet suuru"nu daima diri tutmalidir. Ocaklara bulasacak bir "hastalik", bilelim ki Türk milletini "yataga düsürecektir."

Her ülkücü, Ocak'a ve Ocakliya yönelecek saldirilar konusunda dikkatli olmali ve davayi ilgilendiren her konuda kendini <"yetkili" hissetmelidir. Bütün isleri seçilmis veya atanmis yetki sahiplerinden beklemek, vakit kaybina ve verim düsüklügüne sebep olabilir.
Ülküdaslarimizin "fiilde ve fikirde" ülkücü gibi hareket etmelerini saglamaliyiz.
Ülkücülügü "dudak hikayesinden kurtarip" hayatimiza aksettirdigimiz an, Türk milletinin bahti daha da aydinlanacaktir...

Allah'a emanet ol!
Tanri Türk'ü korusun ve yüceltsin! (amin)

(Ülkücüye Mektuplar)

Kaynak

27 Ocak 2008 Pazar

Ülkücü Olmak

"Ol" deyince olduran, nimetleriyle besleyen ; öldürüp hesaba çekecek olan din günün sahibi; koruyan bagisliyan yüce Allah'in adiyla... Mutlak kudret sahibi Allah'a binlerce hamd olsun.. Salat ve selam âlemlere rahmet olarak gönderilen; iki dünyada rehberimiz, rahmet ve iman peygamberi Resulullah Efendimize; onun sanli ashabina, âlimlere, sehitlere ve gâzilere olsun! Can Ülküdasim ...! de oturan bir genç ülküdasimizdan aldigim mektubu okuduktan sonra yaziyorum bu satirlari.O gencin mektubunu okurken yüregim büyük acilarla kivrandi. Mektubu bitirdikten sonra uzun bir süre kendime gelemedim. Genç ülküdasimizin dile getirdigi meseleler asilinda bütün ülkücülerin gündemlerinde tutulmalidir.
Bu kardesimiz mektubunda diyor ki;

"...Ülkücülük bu mu agabey! Biyigi asagi sakittin mi, yakana bozkurtlu rozet, boynuna bozkurtlu kolye taktin mi ülkücü mü oluyorsun? Ben kolye, rozet ve yüzük gibi seylere karsi degilim, hatta bunlari takanlar samimi olarak davalarini yasiyorlarsa saygi bile duyuyorum. Ama, fikir namina tamtakir olan, ayrica harekeleri ülkücülüge yakismayan kimselerde bunlari görünce son derece öfkeleniyorum. Zaten üzerlerinde bozkurt isareti tasidiklari halde çirkin davranislarda bulunanlarin ülkücü olduklarina kesinlikle inanmiyorum. Bunlar olsa olsa ülkücüleri halkin gözüne kötü göstermek isteyen art niyetli kisilerdir..."

Sevgili kardesim

Bu delikanli diyor ki; "Ben ülkücülerin atesten gömlek giydigi 12 Eylül öncesinde küçük bir çocuktum. Amcam ve arkadaslarindan ülkücülerin serefli mücadelerini dinliye dinliye bu kutlu yola sevdalandim. Su anda liseyi bitirmek üzere olan bir genç olarak bazi ülkücülerin hâllerine çok üzülüyor ve ülkücülük bu mu diyorum..." Delikanlinin öze dönük elestirileri ve hakli sitemleri su sekilde devam ediyor.

"Ülkücülügü lekeleyen bazi tipler var diye, ülkücü hareketten kopacak degilim. Beni hiç kimse ülkücüyapmadi. Ben okuyarak, arastirarak, tabiri caizse kili kirk yararak bu yola girdim ve bütün dünya karsima gecerek "ya öleceksin, ya ülkücü degilim diyeceksin" dese, yine de bu mukaddes yoldan vazgeçmiyecegim... Allah rizasini kazanmak için canla basla çalisan gerçek dava adami agabeylerime; Türk esir olmasin, vatan bölünmesin,; ezan susmasin, bayrak inmesin diye topragin kara bagrina giren aziz sehitlerimize layik olmaya çalisacagim.

Bizden evvel ülkücü olanlar çok çile çekmis; okulundan, isinden atilmis; günlerce mahallelerine girememis; kahpe kursunlarla vucutlari delik desik edilmis... Bize ne oluyor! Bu kadar rahat bir hayat yasamamiza ragmen kendimizi fikir bakimindan yetistirmiyoruz. Yarin bir ateistle, koministle, mezhepsizle, milliyetsizle tartismaya gireskek düsüncelerimizi anlatabilecek miyiz?..."

Degerli kardesim,
Böyle genç yasata bu kadar ince düsünebilen ülkücülerin var olmasi bizleri gururlandiriyor. Bu gencin sözlerine hak vermemek mümkün mü. Maalesef, bu delikanlinin bahsettigi olumsuzluklar içinde debelenen arkadaslarimiz var. Bunlarin çogu iyi niyetli olsalar da bilgisiz olmalari sebebiyle davamiza zarar veriyorlar. Bu genç kardesimizin mektubundan biraz daha alinti yapmak istiyorum.

Gencimiz diyor ki:
"...Bu nasil ülkücülük Allah askina!
Ülkücü, Cenab-i Allah'in nizamini yeryüzüne yaymayi gaye edinmistir. Ílâyi kelimetullah ve nizam-i âlem davasi ugruna maliyla, caniyla; her seyiyle mücadele etmeye söz vermis olan ülkücüler, namazsiz.niyazsiz olabilir mi? Bir insanin kalbini kirmayi, Cenab-i Hakk'a itaatsizlik olarak degerlendiren ülkücüler, gönüllere korku, nefret salabilir mi?
Annesini, babasini, akrabalarini, komsularini inciten insan ülkücü olabilir mi?
Ülkücüler, "zalime Yavuz, mazluma Yunus" degil midir?

Türk milletini ilimde, teknikte, maneviyatta dünya milliyetlerinin en önüne geçirmeyi hedefleyen ülkücüler, kahvehanelerde vakit öldürebilir; caddelerde aylak aylak dolasabilir mi? "Vatanim, ha ekmegini yemisim, ha ugruna bir kursun!" diyen ülkücüler, vatan ve millet sevgisini herkesten daha çok tasimiyorlar mi?

Ülkücü, Kuran-i Kerim'de ve hasisi seriflerde tarif edilen Íslâm ahlâkinin örnek yasaticisi degil midir? Ülkücüyü uzaktan görenler onun yasayisina imrenmeli, "gerçek müslüman iste böyle olur" demelidir.

Ülkücü, sanli ecdadimiz gibi hürriyete esir olmamali; maddî-manevî her türlü kölelige karsi çikmalidir.
Ülkücü, kendi menfaati ile toplumun menfaati çatistiginda derhal toplumdan yana fedakârlik yapabilmeli; kendi hakkini yedirmiyecegi gibi, milletin hakkini da kimseye gasbettirmemelidir.

Her ülkücü mutlaka bir meslek sahibi olmali; baskasina el açarak, muhtaç olarak yasamayi utanç olarak görmelidir.
Talebe, isçi, memur, ev hanimi, tüccar, çiftçi... vesaire neolursa olsun; hangi isle ugrasirsa ugrassin mutlaka o isin en iyi yapani olmak zorundadir. Ülkücüler, eskiden beri "adama göre is degil, ise göre adam" prensibinden yana degil midir?

Tembellige, baskasinin sirtindan geçinmeye, bencillige, bosvercilige çalip çirpmaya alistirilan insanimiz, ideal bir dava adami olan ülküclerle tanistikça mükemmel bir insan olmaya basliyacaktir. Tabii bunu yapabilmek için önce biz ülkücülerin inandigimiz hak davayi nefsimizde yasamamiz gerekir.Ülkücülügü anlattigimiz bazi gençler, "dediklerin güzel ama, su su arkadasimizin hayati anlattiklarina hiç uymuyor. Yoksa onlar ülkücü degil mi? Her türlü kötü hareket var onlarda... Önce onlari adam edin, sonra bizi yaniniza çagirin"diyorlar.

Ben böyle sözleri duyunca kahroluyorum agabey. Adamlar haksiz da degil. Dilim döndügünce, menfi hareketleri olan insanlarin gerçek ülkücü sayilmiyacagini, milyonlarca ülkücünün içinden böyle bozuk imalâtlarin da çikabilecegini; insanlardan çok inançlara bakilmasi gerktigini söylüyorum. Bu arada bir avuç tas bir çuval pirincin degerini düsürüyor.

Teskilâtlarimizin çogunda egitim faaliyetleri gayet verimli bir sekilde sürdürülüyor. Ama gönül daha iyi olmasini arzu ediyor. Biz gençler biraz heyecanli ve nasil diyeyim dik basli oluyoruz. Basimizdaki "reis'ler tecrübeli, bilgili" olursa deli irmak gibi akan biz gençlere faydali hâle getirirler.

Gençlik kabaliktan hoslanmiyor agabey. Meselâ bizim mahalledeki Ocak'ta orta ögretim gençligiyle ilgilenen bir K.... reis vardi. Çok temiz, cesur, dört dörtlük bir ülkücü idi. Bütün ülkücülerin kusursuz olmasini isterdi. Ocak'a yeni gelen bir arkadastan on yillik bir ülkücü gibi davranis beklerdi. Namaz kilmiyanlari, büyüklerin yaninda sigara içen, ayak ayak üstüne atanlari herkesin içinde azarlardi. Zamanla Ocak'a gelenler azaldi. Kapidan K... reisi sorarlar, o varsa içeriye girmeye korkarlardi. Bir süre sonra o agabeyimiz askere gitti. Yerine M... reis getirildi. O da kelimenin tam anlamiyla ülkücüydü. Insanlara seviyelerine göre davranmayi çok iyi biliyordu. Herkesle tek tek ilgileniyor, kafamiza takilan konularda yardimci oluyordu. Ben ondan çok sey ögrendim.

Kendisi abdest alir, mescide girip namazini kilardi. Ama hiç kimseye K.. reis gibi "hadi kalkin, namazinizi kilin!" demezdi. Dikkat ettim zamanla onunla beraber namaz kilanlar çogaldi.Ögleleri herkesin ne kadar verirse para toplanir, peynir ekmek aldirir ve ögle yemegi hazirlardi. Nevalenin alinmasi, masanin hazirlanmasi ve toplanmasi, arkadaslarimida dayanisma ve is bölüme suurunu gelistirdi.

Gizli gizli bira içen birkaç genci tesbit etmis; içkinin günahligini, ülkücünün samimi bir müslüman olarak Allah'in haram kildigi bir isi yapmamasi gerektigini anlatmis ve o arkadaslarimiza kisa bir süre sonra rövbe ettirmis. Bunu kendisinden degil, bizzat o arkadaslardan dinledim. Çünkü o, kimsenin hatasini yüzüne vurmaz, basbasa görüsmelerle kusurlari düzeltirdi.

M.. reisimiz Ocak kitapligindan seçtigi ve kendi evinden getirdigi kitaplari bize dagitir, bunlari okuduktan sonra özetlememizi isterdi. Fakat asla bir imtihan havasi içinde yapmazdi. Yapilacak bir faaliyette görüslerimizi sorarak kendimize güven duymamizi saglardi. Ayda bir dönüsümlü olarak ödüllü siir, hikâye makale yazma ve genel kültür yarismasi düzenlerdi. Kendisi su anda Íl Ocak Baskani olarak görevine devam ediyor. Keske bütün reisler ve baskanlar onun gibi olsa..."

Sevgili Ülküdasim,
Delikanlinin mektubu bu sekilde devam ediyor. Her satiri derin anlamli teklifler, isabetli tesbitler ve ates gibi tenkitlerle dolu olan bu mektubu ulasabildigim arkadaslara okuttum. Çogu bu mektubun fotokopisini çektirip dagitmis.

Ülkücücü Hareket'in mensuplari bu delikanlidaki aska, enerjiye, inanca ve ilme sahip oldugu an Türkiye'nin çehresi degisecektir.
Temennimiz böyle gençlerin ve bunlari yetistirmis olan yönetici kadronun çogalmasidir.
Bütün ülküdaslarima selâmimi ilet.
Allah'a emanet ede; hasretle kucaklarim...

Tanri Türk'ü korusun ve yüceltsin. (amin) Kardesim.

Ülkücüye Mektuplar

Kaynak

26 Ocak 2008 Cumartesi

Türban Üniversitede Serbest Olacak

MHP'li Şandır: "İstediğimiz oldu."

MHP TBMM Grup Başkanvekili ve Mersin Milletvekili Mehmet Şandır, ''Başörtüsü, Polis Akademisi ve askeri okulların dışındaki tüm yüksek öğrenim kurumlarında serbest olacak'' dedi.

Başörtüsü sorununun çözülmesi isteğiyle AK Parti'ye anayasa değişikliği önerdiklerini ifade eden Şandır, şunları söyledi:

''Başörtüsü konusunda AK Parti'nin 5 yıldır yapamadığını MHP olarak biz gerçekleştireceğiz. Ümit ederiz ki samimi olup, kararlı davranarak birtakım tepkilerden korkmazlar ve başörtüsü sorunu bu defa Anayasa'da bir düzenlemeyle çözülmüş olur. MHP olarak biz inanç değeri olan başörtüsünden dolayı kimsenin mağdur edilmesini istemiyoruz. Ayrıca başörtüsü, bir siyasi simge olarak cumhuriyetimizin laik ve demokratik değerlerine tehdit teşkil etmemelidir, bir tehdit olarak kullanılmamalıdır. MHP olarak biz Türkiye Cumhuriyeti devletinin laik, demokratik yapısına çok önem veriyoruz, koruyoruz.''

MUTABAKAT METNİ HAZIRLANIYOR

Şandır, gelecek hafta bir mutabakat metni hazırlanacağını, bu metinde Anayasa'nın 10. maddesindeki ''yasa önünde eşitlik ilkesine'' ve Anayasa'nın 42. maddesindeki ''eğitim ve öğrenim hakkı''na dayalı bir düzenleme yapılacağını kaydetti.

Böylece, özgürlükler bağlamında başörtüsünün kullanılması serbest bırakılacağını belirten Şandır, ''Başörtüsü, Polis Akademisi ve askeri okulların dışındaki yüksek öğrenim kurumlarında serbest olacak. Polis Akademisi ve askeri okullar, yüksek öğrenim kapsamında olmalarına rağmen özel kanunları olması nedeniyle bunun dışında tutuyoruz'' dedi.

MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır, başörtüsünü siyasi rant olarak görenlerin önünü kesmek ve bu işi kökünden çözmek için anayasa değişikliğine "evet" dediklerini belirterek, "Biz dinimiz İslam'ın ve kitabımız Kur'an-ı Kerim'in emri olduğu için insanlarımızın başını örttüğüne inanıyoruz" dedi.

Erdemli Ülkü Ocakları'nın Alata Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü Topraksu Dinlenme Tesisleri'nde verdiği yemeğe katılan Şandır, burada yaptığı konuşmada, başörtüsü konusunu çözmek için Meclis'te 70 milletvekili ile iktidar partisi gibi çalıştıklarını ve çözüm yolları aradıklarını belirtti. Sorunların çözülmesi için Meclis'te davranış ahlakı ortaya koyduklarını ifade eden Şandır, "Başörtüsü meselesi MHP'ye göre bir inanç meselesidir. Biz dinimiz İslam'ın ve kitabımız Kur'an-ı Kerim'in emri olduğu için insanlarımızın başını örttüğüne inanıyoruz. Başörtüsü bizim için bir inanç değeridir" diye konuştu.

İnsanların inançlarından dolayı başlarını özgürce örtebilmesi, başlarını örttükleri için hiçbir şekilde kamu hizmeti almaktan da kısıtlanmaması gerektiğini belirten Şandır, "Başörtüsü takanlar eğitim ve öğretim özgürlüğünden dışlanmamalıdırlar. MHP hem inancının hem ideolojisinin gereği bu milletin değerlerinin savunucusudur. İnancımız bu milletin en önemli değeridir. Dolayısıyla bize göre başörtüsü, bir inanç değeridir. Başörtüsünü siyasetin gereği takanları Allah'a havale ediyoruz. Bizim onlarla işimiz yok. Başörtüsünü kendi siyasetlerinin malzemesi olarak kullananlar, başörtüsünü siyasetin ifadesi olarak takanlar bizim konumuzun dışındadır" dedi.

Şandır, sözlerine şöyle devam etti: "Biz başörtüsünü siyasetin simgesi değil, inancımızın değeri olarak görüyoruz. Başörtüsü takan genç kızlarımızın yüksek öğrenimde dışlanmasına kesinlikle karşıyız. Bu çocuklarımız inançları gereği
başörtüsü takıyorlarsa yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılmamalıdırlar".

MHP olarak, başörtüsü konusunun çözülmesi gerektiğini eskiden beri söylediklerini kaydeden Şandır, "Milletimize bu konuda sözümüz var. 1999 yılında söyledik, ama gücümüz yetmedi. Provoke edildik. Merve Kavakçı hadisesi bir provokasyondu. İlk günden o provokasyonu yaparak bu konuda uzlaşma zeminini dinamitlediler. Biz tek başına iktidara geldiğimizde bu konuyu çözeceğimiz konusunda halkımıza söz verdik.

Ancak olmadı. 'Tek başına iktidar olmadan da fırsat bulduğu takdirde
değerlendirmek ve sonuç almak yine bizim görevimizdir' diyerek bu günleri bekledik. İşte şimdi bir fırsat doğdu. Madem başörtüsünü çözmek istiyorsunuz; MHP olarak biz size hem formülünü buluruz hem de desteğini veririz. Bizim teklif ettiğimiz çözüm başörtüsünden dolayı insanların mağdur edilmeleri ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını ortadan kaldırmak içindir" dedi.

Başörtüsünü siyaset gereği takanlara ve bu ülkenin laik ve demokratik
cumhuriyet ilkelerini tehdit eder mahiyette kullanmak isteyenlere
kesinlikle müsaade edilmemesi gerektiğini de vurgulayan Şandır, "Şimdi
girilen süreç bu süreçtir. Anayasanın bu noktadaki amir hükümleri de
saklı kalmak kaydıyla insanlarımız yalnız yüksek öğrenimden 'Temel
öğretim ayrı' özgürce başörtülerini takmalıdır. MHP'nin anayasa teklifi
ile girilen süreç bu süreçtir. Ümit ediyorum Adalet ve Kalkınma Partisi
bu defa topluma karşıverdiği sözü yerine getirir. Yine mazeret üretmez, kaytarmaz, kaçmaz. MHP'nin getirdiği çözümü kabul eder ve bu sorunu ortadan kaldırmış oluruz. Önümüzdeki hafta bu konuda AKP'den sonuç ve çözüm bekliyoruz.

MHP olarak biz samimi ve dürüstçe bu sorunun kökünden çözülmesinden
yanayız. Başörtüsü sorununun halkı germesinden yana değiliz. Biz, başörtüsünün bir siyasi simge olarak cumhuriyetimizin demokratik ve laik yapısını tehdit unsuru olarak kullanılmamasını temin eden bir
anayasa değişikliği gerçekleştireceğiz ve siyasi olarak değerlendirilmesinin önünü keseceğiz" diye konuştu.

AJANSLAR

Bilge Kağan

BİLGE KAĞAN

Orhun Abidelerinin niçin dikildiğini, nerede ve ne durumda olduklarını anlattık. Bu anıtlardaki yazıların tamamı bugünkü harflerimizle 40 kitap sayfasını doldurur. Biz burada, Bilge Kağan'ın gerek kardeşi için diktirdiği anıtta, gerek kendisi için dikilen anıtta vasiyetname niteliğinde olan sözlerini, anlam ve özünü bozmadan, bugünkü Türkçe'ye serbest tercümesini yaparak sunuyoruz:

Ben, Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan, bu çağda, tahtıma oturdum. Sözlerimi sonuna kadar dinle, iyi işit! Bütün küçük kardeşlerim, yeğenlerim, oğullarım! Bütün soyum, milletim! Sağdaki Şadapıt Beğler, soldaki Tarkanlar, buyruk beğleri! Otuz Tatar, Dokuz Oğuz Beyleri! Millet! Sözlerimi iyice işitin, sağlamca dinleyin!

Doğuda gündoğusuna, batıda günbatısına, kuzeyde gece ortasına kadar olan yerler içinde yaşayan milletler hep bana bağlıdır. Bunca milleti, bunca ülkeyi düzene soktum. Oralarda artık kötülük yoktur, kargaşalık yoktur. Türk kağanı Ötüken ormanında oturursa, ilde sıkıntı, bunalım olmayacaktır.

Doğuda Şantung Ovasına kadar ordu şevkettim, denize ulaşmamıza az kaldı. Güneyde Tokuz Ersin'e kadar ordu sevkettim, Tibet'e erişmemize az kaldı. Batıda İnci ırmağını aşarak Demirkapı'ya kadar gittim. Kuzeyde Yir Bayırku'ların toprağına ordu sevkettim. Bunca yerlere Türk adını, Türk şanını alıştırdım.

Ötüken ormanında yabancılar yok. Ötüken'den daha iyi yer de yok. İl tutulacak yer Ötüken Ormanıdır. Bu yerde oturup Çin milleti ile aramı düzelttim.

Altın, gümüş, pirinç, ipek, bunca şeyleri ölçüsüz veren Çin milletinin sözü tatlı, kumaşı yumuşak, yani armağanı çekicidir. Çinliler bu tatlı dil ve çekici armağanlarla uzaktaki milletleri kandırarak kendilerine çekerler. Yakına çekip kondurduktan sonra da fitne bilgisini yayarlar. Uzaktaki kavimler Çinlilerin ne fesatçı olduklarını ancak o zaman anlar.

Ey Türk Milleti! Tatlı sözlere, yumuşak armağanlara kandınız ve birçoklarınız öldü. Yine yanılırsan ve güneydeki Çogay Ormanına, Tögültün Ovasına gidip yerleşirsen, ey Türk milleti, öleceksin!

Oralara gittiğiniz zaman Çin'den gelen kötü kişiler aranıza sokulur ve sizi şöyle kandırırlar: "Onlar uzaktakilere kötü, yakındakilere iyi armağanlar verirler".

Nice bilgisiz kişiler bu sözlere kanıp oralara gitti ve öldüler.

O yerlere varırsan ey Türk milleti, öleceksin! Ötüken'de kalıp, oralara kervan ve kafile gönderirsen, sıkıntın olmaz. Ötüken Ormanında oturursan, ebedî il tutarak oturacaksın. Tok olacaksın!

Ey Türk Milleti! Sen, aç olunca tokluk nedir bilmezsin, fakat tok olunca da açlık nedir düşünmezsin! Böyle olduğun için, seni yüceltmiş olan kağanının sözünü tutmadın. Onun sözünü almadan yerden yere vardın. O yerlerde tükendin. Geri kalanlarınla, daha da zayıflayarak öle yite yürüyordun...

Tanrı yarlıkladığı için, kendi kut'um (meziyetlerim, talihim) var olduğu için, ben, kağan olarak Taht'a oturdum. Tahtıma oturunca, aç, yoksul, dağınık milleti topladım. Yoksul milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.

Sözümde yalan, yanlış var mı? Türk Beğler! Millet! İşitin!

Türk Milletinin derlenip il tuttuğunu, yanıldığı zaman öldüğünü, buraya vurdum. Ne sözüm var ise, bu ebedî taşa vurdum. Onları görerek, okuyarak bilin! Türk Milleti! Beğleri!

Tahtına bağlı, kağanına itaat eden beğler olarak mı yanılacaksınız!

Ben bu bengi (ebedî) taşı yontturdum, diktirdim. Güzel bir bark (türbe) yaptırdım. İçine dışına güzel nakış vurdurdum. Gönlümdeki sözleri yazdırdım. Çölde, otlakta, çorak yerde olanlar da bu bengi taşı görsün. Yabancılar dahi görüp bilsin, öğrensin!

Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında kişi oğlu yaratılmış. Kişi oğullarını yönetmek için atalarım Bumin Kağan, İstemi Kağan Taht'a oturmuş. Taht'a oturunca, Türk milletinin iline, töresine sahip olmuş, düzene sokmuş. O zamanlar dört taraf hep düşman imiş. Dört tarafa ordu sevkederek bunca milleti kendine bağlamış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş.

Kağan atalarım bilge imiş, alp imiş. Buyrukçuları da (vezirleri de) bilge imiş, alp imiş. Beyleri de, milleti de doğru imiş. Onun için ili korumuşlar, ili koruyup töreyi düzenlemişler. Günü gelince ecelleriyle ölmüşler. Dört taraftan bunca millet yuğcu (yasçı), sığıtçı (ağlayıcı) olarak gelmiş. Yas tutmuşlar, ağlamışlar, öyle ünlü kağanlarmış.

Onlardan sonra küçük kardeşler kağan olmuş. Oğulları kağan olmuş. Fakat daha sonra, küçük kardeş büyük kardeş gibi yaratılmadığı için, oğlu babası gibi yaratılmadığı için, bilgisiz kağanlar Taht'a oturmuş. Kötü kağanlar gelmiş. Bunların buyruk beğleri de bilgisiz imiş. Beğleri doğrusuz olunca,millet de doğrusuz olmuş.

Bu durumdan Çin milleti yararlanmış. Açıkgöz, hileci Çin milleti, kardeşi kardeşe, milleti birbirine düşürmüş. Bu tuzağa düşen Türk milleti, il tuttuğu toprağı elden çıkarmış, başına geçirdiği kağanını yitirmiş. Soylu erkek oğulları Çin milletine köle, genç kızları cariye olmuş. Bazı Türk beğleri Türk adını bırakıp Çince adları almaya başlamışlar. Çin kağanına boyun eğmişler. Tam elli yıl, işlerini güçlerini Çin kağanına vermişler, ona hizmet etmişler...

Başsız kalan Türk milleti ise şöyle yakınıyormuş:

İlli millet idim, ilim hani? Kime il kazanıyorum? Kağanlı millet idim, kağanım hani? Hangi kağana işimi gücümü vereceğim?

Böyle deyip Çin kağanına düşman olmuş. Ama, töre, düzen kuramayınca, yine teslim olmuş. Çin kağanı da, kendisine bunca iş gören, güç veren Türk Milletini, yok edeyim, soyunu kurutayım, diye çalışıyormuş. Türk Milleti yok olmaya gidiyormuş.

İşte o zaman, üstte Türk Tanrısı, Türk'ün kutlu yer ve su melekleri, Türk Milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İlteriş Kağan'ı, annem İlbilge hatunu, göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmışlar. Babam Kağan, onyedi erle dışarı çıkmış. Bunu duyan şehirdeki Türkler de "Dışarı çıkıyor" diye haber alınca, dağa çıkmışlar. Dağdakiler de yanına gelmiş, toplanıp yetmiş er olmuşlar. Tanrı güç verdiği için babam kağanın erleri kurt gibi imiş; onlar için düşman koyun gibi imiş. Babam doğuya, batıya çeri sürüp er toplamış. Çoğalmışlar ve yediyüz er olmuşlar.

Yediyüz er olup, ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti; cariye olmuş, kul olmuş milleti, töresini ziyan etmiş milleti, atalarımın töresince yeniden düzenlemiş, harekete geçirmiş, yetiştirmiş...

Babam kağan yedi yıl sefer etmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı yarlıkladığı için başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Onca ili, töreyi kazandıktan sonra da uçmağa varmış (ölmüş).

Babam kağan uçmağa vardığında, özüm sekiz yaşında kaldım. O töre üzerine amucam kağan Taht'a oturdu. Amucam kağan Taht'a oturunca Türk milletini daha da güçlendirdi. Amucam kağan Taht'a oturdukta özüm tigin olduğum için, işimi gücümü ona verdim. Ona yardım ettim. Tanrı yarlıkladıgı için ondört yaşımda Tarduş milleti üzerine Şad (bir unvan) oldum.

Amucam Kapgan Kağan'la birlikte yirmibeş sefer yaptık ve onüç kez savaştık. Yanılıp bize karşı gelen Türk kavimleriyle de savaştık ve onları da düzene soktuk...

Artık, küçük kardeş büyük kardeşi, oğullar babalarını bilir oldu. Kul kullu, cariye cariyeli oldu.

Türk Beğleri, millet, işitin!
Üstte gök basamasa, altta yer delinmese, Türk milleti, senin ilini, senin töreni kim bozabilirdi?
Ey Türk milleti! Titre ve kendine dön!

İtaat ettiğin zaman seni yükseltmiş, yüceltmiş olan bilge ve alp kağanına, hür ve bağımsız yurdunda, yanılıp isyan ederek kötü iş yaptın! Silâhlı insanlar nereden geldiler de seni dağıtıp götürdüler? Süngülü insanlar nereden geldiler de seni sürüp götürdüler?

Ey kutlu Ötüken Ormanının milleti! Gittiniz! Doğuya varanınız vardı. Batıya varanınız vardı. Vardığın yerde hayrın o oldu ki kanın su gibi aktı; kemiklerin dağ gibi yığılıp yattı... Bilmediğin için, yanılıp kötülük ettiğin için, amucam kağan uçmağa vardı (öldü).

Fakat, Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye babam kağanı, anam hatunu yücelten Tanrı, il veren Tanrı, yine Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye, bu defa özümü kağan yaptı.

Ben, hali vakti yerinde bir millete kağan olmadım.

İçerden yiyeceksiz, dışarıdan giyeceksiz, güçsüz kalmış, yoksul bir millete kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile sözleştik. Babamızın kazandığı millet adı, millet sanı yok olmasın diye, Türk milleti için, gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki Şad ile, ölesiye, bitesiye çalıştım. Toplanan milleti ateşe, suya düşürmedim.

Özüm kağan oturduğumda, yerden yere varmış millet, öle bite, yayan, çıplak, yine geldi. Milleti yüceltmek için oniki savaş yaptım. Sonra, Tanrı yarlıkladığı, talihim var olduğu için, ölecek milleti dirilttim. Aç milleti tok, uz milleti çok kıldım. Giyimsiz milleti giyimli, yoksul milleti bay kıldım. Dört yandaki milletler hep bana tabi oldular. Milleti düşmansız kıldım.

Bunca töreyi kazandıktan sonra küçük kardeşim Kül Tigin'in özü de öylece uçmağa vardı...

Babam kağan uçmağa vardıkta küçük kardeşim Kül Tigin yedi yasında idi. Tanrıça Umay kadar iyi ve güzel olan anam hatunun devletine, onun kutluluğuna, küçük kardeşim Kül Tigin adını aldı. Onaltı yaşında iken amucam kağana ilini, töresini şöyle kazandırdı.

Altı Çub ve Soğdak'lara karşı sefer ettik. Onları bozguna uğrattık. Çinli Ong Tutuk ellibin askerle geldi, savaştık. Kül Tigin yayalarla fırlayıp saldırdı. Ong Tutuk'un silahlı elini tuttu, silahlı olarak getirip kağana öylece teslim etti. O orduyu orada yok ettik.

Yirmibir yaşında iken Çin Generali Çaça Sengün'le savaştık. Seksenbin askerle gelmişti. Kül Tigin önce Tadıkın Çor'un boz atına binip saldırdı. O at orada öldü. ikinci olarak Işbara Yamtar'ın boz atına binip saldırdı. O at da orada öldü. Üçüncü olarak Yigen Silig Beğ'in doru atına binip saldırdı. Doru at da orada öldü. Düşman, Kül Tigin'in zırhına, silahına, kaftanına yüzden fazla ok vurdu, ama yüzüne, başına birini bile değdiremedi. Düşman ordusunu orada yok ettik.

Türk Milleti! Kül Tigin'in nasıl hücum ettiğini, nasıl savaştığını hep bilirsiniz.

Kül Tigin yirmi altı yaşında iken Yer Bayırku'lara Kırgız'lara, daha nice milletlere karşı savaştı, büyük zaferler kazandı (Burada tek tek bindiği atları, kimlerle nasıl savaştığını anlatıyor)...

Dokuz Oğuz milleti kendi milletimdendi. Gök, yer bulandığı için, ödüne kıskançlık değdiği için, düşman oldu. Bir yılda beş yol savaştık. Kül Tigin, Azman adlı atına binip saldırdı. Tek başına yedi eri mızrakladı.

Beş savaştan sonra Amga kalesinde kışlayıp ilkbaharda yine ordu çıkardık. Kül Tigin'i baş yaparak orada bıraktık. Savunma tedbiri aldık. Düşman merkezi bastı. Kül Tigin 'Öksüz' adındaki atına binip saldırdı, tek başına dokuz eri mızrakladı, merkezi korudu, vermedi.

Annem hatun, bütün analarım, ablalarım, gelinlerim, prenseslerim, buncanızdan diri kalanları! Kül Tigin olmasa idi, hep ölecektiniz!

Küçük kardeşim Kül Tigin, uçmağa vardı. Ben yaslandım. Kederimden görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. özüm düşündüm: Zamanı Tanrı yapar, Tanrı yaşar. Kişi oğlu hep ölümlü doğmuştur.. Gözden yaş gelse hep içeri akıtarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek, düşünceye daldım, sıkıldım. Çok katı sıkıldım, iki Şad'ın, alay küçük kardeşlerimin, alay milletimin, ağlamaktan gözü kaşı fena olacak diye düşündüm de, sıkıldım.

Yuğcu (yasçı) ve ağlayıcı olarak, Kıtay, Tatabı milletlerinin başı Udar Sengün geldi. Çin konağından İsiyi Liten geldi. Gereksiz olduğu halde onbinlik hazine, altın, gümüş... fazla fazla getirdi. Tibet kağanından vezir geldi. Suğd, İranlı, Buhara ülkesinden Erik general, Oğul Tarkan geldi. Türgiş kağanından damgacı (mühürdar) geldi. Kırgız kağanından Tarduş İnançu geldi. Bark (türbe) yapıcı, nakışçı, taşa yazı yazıcı olarak Çin kağanının yeğeni Çang Sengün (Çang general) geldi.

Kül Tigin koyun yılında, onyedinci günde uçtu. Dokuzuncu ayın yirmiyedisinde yuğ yaptırdık. Barkını, nakışlarını, yazılı taşını, maymun yılında, yedinci ayın yirmiyedisinde, ona saygılar sunup kutluladık.

Ey Türk milleti! Bu ülkeyi küçük kardeşim Kül Tigin ile öle yite kazandım. Kazanıp, alay milleti ateş, su kılmadım.

Ey Ötüken Ormanının milleti! Kötü kişi gelip birliğini bozmasın, silahlı gelip seni dağıtmasın diye, sana burasını il tuttum. Töreyi kazandırdım.

Türk milleti, beyleri! Sözümü işitin. Türk milletini toplayıp, il tutacağını bu taşa yazdım. Yanılırsa öleceğini yine bu taşa yazdım. Her ne sözüm varsa ebedî taşa yazdım. Ona bakarak bilin şimdiki Türk Beğleri!

Türklerim, alay beğlerim, alay milletim! Kazanıp il tuttuğum bu yerden, kağanından, beğlerinden, suyundan, toprağından ayrılmazsan, iyilik göreceksin. Evinde oturacak, dertsiz olacaksın. Sözlerimde yanlış var mı?

Ey Türk! Titre ve kendine dön!

Kaynak

Orhun Abideleri

Bilge Kağan'ın Türk Milletine Hitabesi Orhun Abideleri

"Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım; ölesiye, bitesiye çalıştım. Aç milleti tok, az milleti çok, yoksul milleti bay kıldım.."Bilge Kağan

Orhun Abideleri Göktürk imparatorluğunun ünlü hükümdarı Bilge Kağan devrinden kalma dikilitaşlardır. Fakat bu dikilitaşlar hem maddî hem manevi bakımdan Türk tarihinin en değerli anıtlarıdır. Bu anıtlardaki yazılar "Türk" kelimesinin, Türk milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metindir. Türk edebiyatının ilk şaheseri, Türk hitabet sanatının erişilmemiş örneğidir. Türk yazı dilinin de ilk fakat çok işlek bir örneğidir. Şüphesiz daha ön çeki devirlerden kalma Türkçe metinler ve kitabeler de vardır.Fakat Orhun Abideleri ve bu abidelerdeki yazılar her bakımdan bir şaheserdir.

Orhun Abideleri büyük Türk tarihinin bir dönemini en gerçek, en yalın ve en uyarıcı şekilde anlatan belgelerdir. Fakat abideler yalnız Göktürklerin bir dönemini anlatmakla kalmıyor, genel olarak Türk milletinin karakterini, töresini, yüksek kültür ve medeniyetini, askerî dehasını, yurtseverliğini de yansılıyor.

Bu abideler Türk kağanların Türk milletine hesap vermesi, doğru yolu göstermesidir. "Türk milletinin, Türk devletinin adı, sanı yok olmasın" diye, yapılanları ve kendisinden sonra yapılması gerekenleri anlatmasıdır. Bu anıtlar, taşa yazılmış bir tarih, bir vasiyetname niteliğindedir.

KÜLTİGİN'İN MERMER HEYKELİNİN BAŞI


Orhun Abidelerinde, Kül Tigin'in yanda görülen büstünden başka sağlam heykel kalmamıştır. Maalesef diğer heykellerin hepsi meçhul kişiler tarafından meçhul zamanlarda kırılmıştır. Esef ettiğimiz diğer bir husus da, abidelerin renkli, iyi çekilmiş resimlerini elde edememek olmuştur. Fakat gurur kaynağımız olan bu anıtların renkli filmlerini er veya geç elde edeceğimizi umuyor, buna çalışıyoruz

GÖKTÜRKLER

6. yüzyılın başlarından 7. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde Göktürk İmparatorluğu Mançurya'dan İran'a kadar uzanıyordu. Türk boyları güçlü hakanların buyruğunda birleşmiş, Batı Kağanlığı Doğu Kağanlığına tâbi olmuş, bir merkezden idare edilen Türkler Asya'nın hâkimi durumuna gelmişlerdi. Fakat daha sonra imparatorluğu teşkil eden kavimler arasındaki çekişme, Türk Beyleri arasındaki dayanışmanın bozulması.

Çin'in entrikaları ve özellikle güçlü kağanların gelmeyişi İmparatorluğun çökmesine yol açtı. Devletin doğu kısmı Çin hâkimiyetine geçti. Çin daha sonra batı kısmına da yayılmaya başladı. Türk illeri işgal, Türk boyları esir edildi. Fakat bu esaret uzun sürmedi, İlteriş Kağan dağılan milleti topladı; 680-682 yıllarında devleti Çin esaretinden kurtararak yeniden kurdu.

BİLGE VE KÜL TİGİN KARDEŞLER

İlteriş Kağan öldüğü zaman oğulları Bilge ve Kül Tigin henüz 7 ve 8 yaşlarında idiler. Onun için İlteriş Kağan'ın yerine kardeşi Kapgan Kağan geçti. Kapgan Kağan zamanında devlet eski haşmetine ulaştı.Kapgan Kağan'ın ölümünden sonra Bilge Kağan Taht'a oturdu. Kardeşi Kül Tigin ve buyrukçu (vezir) ihtiyar Tonyukuk' un yardımı ile devleti daha da kuvvetlendirdi. Onun devrinde "Türk Birliği" tam olarak bir kere daha sağlandı. Birliğin sağlandığı her devirde görüldüğü gibi, Bilge Kağan zamanında da Türk Devleti eşsiz bir kudret haline geldi.

Kül Tigin 731'de, ağabeyi Bilge Kağan 734'de öldüler. Kül Tigin öldükten bir yıl sonra, yani 732 yılında, Bilge Kağan kardeşi için bir ebedî taş yontturdu, başka deyişle bir anıt diktirdi. Bu taştaki yazılar, o eşsiz kitabe, Bilge Kağan tarafından kaleme alınmıştır. Bilge Kağan bu kitabede, kardeşinin yüceliğini, kahramanlığını, Türk milleti için unutulmaz hizmetlerini dile getirir. Kendi ölümünden sonra oğlu tarafından onun adına dikilen anıtta yine Bilge Kağan konuşmaktadır. Ebedî taşa, onun sağlığında söyledikleri, devleti nasıl kurdukları ve yücelttikleri, Türk milletine vasiyeti, nakşedilmiştir. Her iki taşta benzer ve birbirinin aynı olan cümleler vardır. Çünkü Bilge Kağan, unutulmaması gereken olayları ve kendisinden sonra tutulacak yolu ısrarla belirtmek istemişti.

BUYRUKÇU TONYUKUK

Bilge Kağan ve Kül Tigin anıtlarından başka, aynı yerde eşsiz bilici (danışman) ihtiyar vezir Tonyukuk için dikilmiş bir ebedî taş daha vardır. Bu anıtı Bilge Tonyukuk, sağlığında, 720-725 yılları arasında kendisi için yaptırmıştı. Bilge Tonyukuk, İlteriş Kağan'ın isyanına katılan daha sonra Kapgan Kağan'a ve Bilge Kağan'a başkumandanlık, baş vezirlik, baş danışmanlık yapan bu büyük devlet adamı, kağanların ve kendisinin yaptıklarını anlatıyor, bize eşsiz bir tarih hazinesi bırakmış oluyor.

ABİDELERİN YERİ

Orhun Abideleri, bugünkü Moğolistan'da, Baykal Gölünün güneyinde, Orhun nehri vadisinde, Koşo Saydam gölü yakınlarındadır. 48. enlem ve 107. boylam arasında kalan bölgededir. Anıtların olduğu yerde yalnız dikilitaşlar değil, daha pek çok ve son derece değerli kalıntılar da bulunmuştur. Yüzlerce heykel, balbal, şehir harabeleri, taş yollar, su kanalları, koç ve kaplumbağa heykelleri, sunak taşları ile kutsal yer, Türk'ün gurur kaynaklarından olan eski bir Türk başkentidir.

Heykeller arasında Bilge Kağan'ın, eşinin, kardeşinin heykelleri de bulunmuştur. Yazık ki bunların bazı parçaları kaybolmuş, kalan kısımları da kırık dökük bir durumda ele geçmiştir.

ABİDELER NASIL BULUNDU

Orhun harfleriyle yazılı kitabelerden tarihçi Cüveyni "Talih-i Cihanküşa" isimli eserinde söz etmişti. Eski Çin kaynaklarında da Türklerin böyle anıtlar diktikleri yazılıydı. Fakat 18. ve 19. yüzyıllara kadar ilim dünyası bu anıtların nerede ve ne durumda olduklarını öğrenemedi.

1709 yılında Rusya ile İsveç arasında yapılan Poitava savaşında, İsveç subaylarından Strahlenberg Ruslara esir düştü ve Sibirya'ya sürüldü. 13 yıllık sürgün hayatında Kuzey Rusya'yı baştan başa dolaşan Strahlenberg, Yenisey'de eski Türklere ait bazı kitabeler buldu. Bunlar, Orhun kitabelerinden iki-yüz yıl önce yazılmıştı. Bu İsveçli subay ülkesine döndükten sonra anılarını yazdı ve Yenisey kitabelerinden söz etti. Bunun üzerine tarihçilerin Türklerden kalan eserlere ilgisi arttı.

ORHUN ABİDELERİ DE BULUNUYOR

1889 yılında Rus tarihçi Yardintsev Orhun Abidelerini buldu.fakat yazılarını okuyamadı. 1890'da bir Fin heyeti, 1891'de de bir Rus heyeti abidelerin olduğu yere gittiler. Resimler çekip bunları ilim dünyasına sundular. Fakat yazılar hâlâ çözülemiyordu. Nihayet 1893'te Danimarkalı büyük ilim adamı Thomsen, Orhun yazısını çözmeğe muvaffak oldu. Önce yazılarda çok geçen Tengri (Tanrı), Türk ve Kül Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün yazıları okudu ve Türk milletine, Türk tarihine yaptığı bu hizmetten dolayı milletimizin şükranlarını kazandı.

KÜLTİGİN ANITI

Bilge Kağan'ın kağan olmasında, kahraman kardeşi Kül Tigin birinci derecede rol oynamıştı. Bilge Kağan kardeşinin ölümüne çok üzülmüş, onun için bir türbe yaptırmış ve anıt diktirtmişti. Bu anıttaki yazılar Bilge Kağan'ın sözleridir. Bilge Kağan burada kardeşiyle birlikte yaptıkları savaşları, devleti nasıl güçlendirdiklerini, kardeşinin kazandığı zaferleri anlatıyor.

Kül Tigin anıtı, kaplumbağa şeklinde oyulmuş bir kaideye oturtulmuş. Bulunduğu zaman bu kaidenin yanında devrilmiş durumdaydı. Sonradan yerine dikilmiştir. Rüzgâra dönük tarafında bazı satırlar silinmiş.

Anıtın yüksekliği 3,75 metredir. Kireçtaşından yapılmıştır ve dört cephelidir. Yukarısı aşağı kısmına göre daha dardır. Doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Üst kısım kemer şeklinde bitmekte ve yukarıda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üzerinde kağanın işareti bulunuyor. Kül Tigin anıtındaki satırların uzunluğu 235 santimdir. Cetvelden çıkmış gibi düzgün ve güzel harflerle yazılmıştır.

Bu anıtın etrafında türbenin enkazı, heykel parçaları, iki tarafında heykeller ve balbal denilen işaretli, kabartmalı taşlar dizili 4,5 km. uzunluğunda bir yol bulunmuştur. Heykel parçaları arasında Kül Tigin'in başı ile karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur. Ne yazık ki bu heykeller çok parçalanmış, yüzlerini ve boylarını tam olarak gösteren örnekler bulunamamıştır.

BİLGE KAĞAN ANITI

Kül Tigin anıtının bir kilometre uzağında ve yerleşme şekli bakımından aynıdır. Yalnız birkaç santim daha uzundur.

Bilge Kağan 734 yılında ölmüş, bu anıt 735 yılında oğlu tarafından diktirilmiştir. Anıttaki yazılar yine Bilge Kağan'ın konuşmalarıdır. Burada yine devletin nasıl büyüdüğü anlatılmakta, ayrıca Kül Tigin'in ölümünden sonraki olaylar ilâve edilmektedir. Bunda ve Kül Tigin'in anıtında Bilge Kağan'ın konuşmasından başka, yeğeni Yuluğ Tigin'in kitabe kayıtları da yer alır.

Bilge Kağan'ın türbe ve heykel kalıntıları da bulunmuştur. Fakat hem anıt,hem heykeller daha çok tahrip edilmiş durumdadır.

TONYUKUK ANITI

Tonyukuk anıtı iki dikilitaş halindedir. İkisi de dört cephelidir. Bulunduğu zaman taşlar devrilmemişti. Fakat yazılar daha silik durumdadır.

Tonyukuk, Bilge Kağan'ın babası İlteriş Kağan'ın , amcası Kapgan Kağan'ın ve Bilge Kağan'ın baş bilicisi, baş buyrukçusu yani baş veziri idi. Bu anıtı ihtiyarlık devrinde kendisi diktirmiştir ve oradaki yazılar da kendisine aittir.

Tonyukuk, kendisi için diktirdiği taşlarda Göktürklerin Çin esaretinden nasıl kurtulduğunu, kurtuluş savaşını nasıl yaptıklarını,kendisinin neler yaptığını anlatır. Tonyukuk anıtının birinci taşında 35, ikinci taşında 27 satır yazı vardır.

Türk Töresi

Türk kültür yapısının en hassas ve ince dokusunu ” Türk Töresi ” oluşturur. “Töre, milli toplumda ferdi ve sosyal ilişkileri düzenleyen, ferdi disiplin ve otoriteye bağlayan, milli barış, dayanışma ve beraberliği sağlayan bir kültür kurumudur. Yabancı kültürler önce bu değer sistemini yıkmak isterler”.Türk Töresi rastgele, tesadüfen meydana gelmiş şeylerden ibaret değildir. Bunlar ayrılmaz bir şekilde milletin varlığına milletin ortak düşünce, duygu ve kanaatlerine bağlıdır. Töre, Türk milleti ile birlikte doğar, milletle gelişir ama asla milletle yok olmaz. Kısacası “İl gider, töre kalır”.

Türk Töresi , yüksek vazife duygusu demektir. Türk Töresi , devlet hizmetinde, insanların münasebetlerinde millete hizmeti ve insanlara saygıyı esas alır. Türk Töresi , büyüğe saygı küçüğe şefkat ve sevgi demektir.”

Türk Töresi : “Türk hukuku”, “Türk nizamı” demektir. Türk Töresi ‘ nde her Türk’ ün toplum içindeki yeri, sırası ve vazifeleri belirli kaidelerle tesbit edilmiştir. Türk Milletinin teşkilanması, Türk devletlerinin ve ordularının teşkilatlanması hep bu töre esaslarına göre olmuştur. Tarihte karşılaştığımız o büyük Türk Medeniyeti, Türk Töresi ‘ nden, Türk zekasından Türk kabiliyetinden doğmuştur.

Türk Töresi : Evvela Türk Milletini sevmek ve Türk Milletinin kuvvetine, büyüklüğüne inanmak demektir.

Türk Töresi , yüksek vazife duygusu demektir. Türk Töresi , devlet hizmetinde, insanların münasebetlerinde millete hizmeti ve insanlara saygıyı esas alır. Türk töresi, büyüğe saygı küçüğe şefkat ve sevgi demektir. Türk Milleti, ağırbaşlı, vakarlı, ciddi, çok konuşmayan, gerektiği zaman az ve öz konuşan, soğukkanlı olan, birden öfkelenmeyen, cesur, ahlaklı, azimli, sözüne ve vazifesine sadıktır.

Avrupa’ da fertler karşılıklı münasebetlerinde “Türk sözü mü?” derler. Onlar Türk sözüne güvenileceğini bilmektedirler. Büyüğünün emrinden çıkmamak, küçüğe karşı sevgi, şefkat göstermek, onu itaat altında bulundurmak, hakka riayet etmek Türk Töresi nin esas unsurlarıdır. Türkler bütün devletlerini bu töre ile kurmuşlar, töreyi bozunca da yıkılmışlardır.

Eski Türklerde suç: “şerefi” suç: “şerefsiz suç” diye ikiye ayrılırdı. Hanedan mensuplarına ölüm cezası verilince kendi yayının kirişi ile boğulurdu. Osmanlılar devrinde bile bu böyle olmuştur. Namussuzluğun, iffetsizliğin cezası ölümdü. O da okla şerefsizce öldürüldü. Türklere büyük kuvvet veren, onlarda disiplini sağlayan bu töre esasları olmuştur.

Kuvvet, birlik ve beraberlikten doğar. Milletimizin uğradığı bütün felaketler; birlik içinde yaşayamadığımızdandır. Törelere riayet etmeyerek, birbirimizi sevmememizden, birbirimizi çekememeliğimizdendir. Memeleket hizmeti, itiastsizliği, ihmalkarlığı, ciddiyetsizliği kabul etmez. Evvela kendimizi yoklayacağız. Bir Bozkurt, Bir Ülkücü olarak ruhen, karakter itiberiyle kendimizi yetiştirmemiz lazımdır. Bencillikten Türk Milleti, Türklük çok zarar görmüştür. Hepimiz Türk Milleti olarak bu bencillik duygusunu atmalıyız; atmalısınız. Hepiniz birbiriniz için olmalısınız.

Milletimizin kurtuluş ve yükselişi, fikirlerimizin tatbiki, bizim iktidarda olmamıza bağlıdır. Onun için gençliği, halkı kendimize bağlamalıyız. Kendimizi onlara sevdirmeliyiz. Sadakat, vefa, şefkat ve yardım duygusu, sevgi ve saygı aranızda geliştirmeniz icab eden en yüksek duygulardır. Bu duygular olmazsa mükemmel bir insanlık olmaz. Birbirimizle kaynaşmak için, diğer gençleri, vatandaşları kazanmak için her şeyden evvel insanları hafife almamayı, onları hor görmemeyi, kim olursa ona “insan” gözüyle bakmayı öğrenmeliyiz.

Bir Bozkurt, Bir Ülkücü her hareketi, davranışı, oturması, kalkması, konuşması ile Türk Milliyetçiliğinin, propagandasıdır. Kötü, yanlış hareketlerimizle insanları kndimizden nefret ettirmemeliyiz. Bir ülkücüye yaraşır şekilde hareket etmezsek hepimiz şahsımızda davamıza zarar vermiş oluruz. Türk Milleti, bize kötü hareketlerimizle “Şunlara bakın” “şu milliyetçi geçinenlere bakın” demesin. Biz, güzel hareketlerde bulunarak dedirtmeyin. Ülkücü gençleri tam bir Türk insanının örneği olarak görmek istiyorum. Ciddiyetinizi muhafaza etmeli ve cıvıtmamalısınız. Müslüman Türk geleneğinde, kadına saygı vardır. Türk cemiyetinde kadının yeri, erkeğinin yanıdır. Türk kadını toplumumuzun faal bir unsuru, saygıdeğer bir varlığıdır.

Türk vakurdur. Kişi olarak, Bozkurt olarak bu olgunluğu elde etmezseniz, insanca vasıflarla varlığımızı süslemezseniz, memlekete beklenen faydayı vermesseniz, parasız hasta muayene etmeyen doktorlardan, çimento demir çalan mühendislerden olurusunuz.

Asla başkalarının işine karışmayın ve sır saklayın. Daima iyilik getirecek söz ve hareketlerde bulunun ve bunu adet edinin. Dinimiz dahi bazı ahvalde yalan söylemeyi serbest bırakmıştır. Doğruyu söylediğiniz zaman fitne fesat çıkacaksa, ortalık karışacaksa, yalan söyleyin demiştir. Gayet disiplini olmalısınız. Disiplin; Türk Töresi ne, ahlakına, kanunlarına, nizamlarına uymak, büyüğün küçüğün hakkına riayet etmek, hürmetkar olmaktır.
Kaynak

Türk Dili

Bugün Türk denince Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve na dili Türkçe olan insanlar akla geliyor.Halbuki yeryüzünde ana dili Türkçe olup da bizim sınırlarımızın dışında yaşayan milyonlarca insan vardır.Demek ki, Türklerin bugünkü Türkiye' ye gelmeden önce de bir tarihleri vardı. Bu tarih boyunca çok çeşitli ülkelere yayılmışlar, oralarda devletler kurmuşlardı.Ancak bütün bu Türkler' in ortak ataları kimlerdi? İlk Türkler nerede yaşamışlar, sonra nerelere dağılmışlardı? Türk Dünyası denince hangi ülkeleri, hangi toplulukları anlamalıyız?

İlk Türkler, yani bizim en eski atalarımız bugün Orta Asya diye bilinen yerde, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında yaşıyorlardı. Tarih öncesi insanlar ve kültürlerle uğraşan bilim adamlarının ı bölgelerde yaptıkları kazılardan elde edilen bilgilere göre, Türkler beyaz ve geniş kafalı (brakisefal), orta boylu insanlardı. Burası Çin' le sınırdaş olan bir ülke idi; bu yüzden Türkler' in eski tarihlerine aid bilgilerin pekçoğunu Çin tarihinden öğreniyoruz.

Çin tarihleri Milat' tan önce 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi, dört bin yıllık bir tarihtir. Türk Dili' nin üç bin yıl öncesi bilinmiyor. Türkler o zamanlarda hem soy, hem dil bakımından yakın komşularından, yani Çinliler' den ve Moğollar' dan farklı idiler. Asıl geçim kaynakları hayvancılıktı. Bu yüzden hep hareket halinde bir hayat sürüyorlar, çok iyi at kullanıyorlardı. Son derece çevik süvari birlikleri sayesinde komşu ülkeler üzerinde hakimiyet kurabiliyorlardı.

Çin' de bile zaman zaman hükümdarlık, Türk ailelerin eline geçiyordu.Eski Çin tarihleri Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adlarını hep Çince yazdıkları için, bu isimlerin asıl Türkçe' deki karşılıklarını iyice bilmiyoruz. Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşirettin ayrı bir adı vardı.

Türk adı çeşitli Türk boylarından birinin adı idi. Bu kelimenin aslı "Türük" olup kuvvetli anlamına gelir. Milat' tan sonra Altıncı yüzyılda ana dili Türkçe olan bütün boyların herbiri değişik bir isimle anılmakla birlikte, bunların hepsine birden "Türk" denilmeye başlanmıştır. Demek ki en eski atalarımız aynı dili konuşmaları sayesinde bir tek millet olduklarını anlamışlar ve Türk Dili onların birlik sağlamalarında başlıca rolü oynamıştır. Bugün biz de Türkçemiz sayesinde hepimizin aynı milletin çoçukları, yani kardeş olduğumuzu anlıyoruz.

Dilimizin tarihi, milletimizin tarihi kadar eskidir. Türkçe dünyadaki çeşitli dil gurupları arasında Ural-Altay dil gurubunun Altay Dilleri' nden biridir. Finliler' in ve Macarlar' ın dili Ural Dillerindendir. Altay Dilleri arasında ise Türkçe ile birlikte Moğol, Mançur ve Kore dilleri vardır. Türkler soy bakımından Moğollar' dan ve Koreliler' den ayrıdır ama dilleri onlarınkiyle aynı kökten çıkmıştır. Bu diller sonradan birbirinden iyice ayrılmış aralarında sadece eski bir akrabalık kalmıştır.

Bugün Ural- Altay adı altında anılan milletler ve diller Turan kavimleri ve Turan dilleri diye de anılır.Eski İranlılar Türkler' in yaşadıkları ülkelere "Turan" adını veriyorlardı. Meşhur İran şairi Firdevsi' nin Şeh-name adlı kitapta sözü edilen Turan kavimlerinin sakalar (veya İskitler) olduğu sanılmaktadır. Turan hükümdarı Afrasiyab' ın ise Alp Er Tunga olduğunu söyleyenler vardır. Sakalar' ın Türk olup olmadıklarını iyi bilmiyoruz. Saka Devleti, belki Türkler' in hakim oldukları ama içinde birçok yabancı kavimlerin de bulunduğu bir devlettir.

NOT: Bazı araştırmalara göre "Türk" kelimesi, "Töre" kelimesinden türetilmiş bir kelimedir ki, "Törük' ten bozularak "Türk" haline gelmiştir. "Törük", "Töreli, Töre sahibi" demektir. Eski Türklerde Töre, kaynağını "Türk Dini" diyebileceğimiz eski Türk inanç ve telakkilerinden alan topluluk hayatını tanzim eden hukuk normlarından ibarettir. Hükümdarlar siyasi iktidarlarını (kut' larını) işte bu hukuk çerçevesinde kullanabilirler, tabii birbirleriyle ve devletle olan münasebetlerini yine bu hukuk çerçevesinde tanzim ederlerdi.

Buna uyanlar "Törük" (yani Töreli), uymayanlar ise "Kazak" (yani asi, töreden çıkmış) olurlardı. "Türk" ün kuvvetli manasına gelmesi de, herhalde Töre çerçevesinde sağlanan "birlik" le ilgili olmalıdır. Nitekim "Birik kuvvettir" anlayışı tarih boyunca her devirde Türk devletleri ve toplulukları için geçerli olmuş bir anlayıştır. (Ötüken)

KAYNAK:Tarihte Türkler-Prof.Dr. Erol Güngör
Sayfa:11,12,13- Ötüken Yayın Evi

25 Ocak 2008 Cuma

Hocalı Soykırımı

Hocalı Soykırımı

Cennet Yurdu Dağlık Karabağ - Annelerin, babaların gözleri önünde yakılan, parçalanarak kızartılıp anne-babasına zorla yedirtilen o masum çocukları bizler hiç unuturmuyuz! Gazla dolu boruların içinde feryatlarla can veren çocukları ve o anda semayı kaplayan, kalpleri parçalayan çığlıkları ve katı yürekleri bile ağlatan inilti seslerini hiç unutur muyuz? Karabağ, canım Azerbaycanımın en güzel yerlerinden biridir. Azerbaycanın yanan yüreği, kopmaz, parçalanmaz, yıkılmaz direğidir.

Vatanımın unutulmaz bir parçası olan Karabağ, nice büyük insanlar yetiştirmiş; nice büyük harplere, nice birlik ve beraberliğin tecellisi olan büyük direnişlere şahit olmuştur. Dostluk, kardeşlik, hayırhahlık ve misafirperverliğiyle insanlığa örnek olmuştur. Karabağ’ın en belirgin özelliğiyse, topraklarının şehit kanlarıyla yoğrulmasıdır. . O kanlar ki, lalelerin bedenine yürüyerek onlara can vermiştir. Şuşa, Hankendi, Ağdam, Kelbecer, Kubatlı, Zengilan ve Laçin gibi Karabağımın büyük şehirleri Azerbaycan tarihinin tezahürüne sahne olmuştur. Sende mi kara günler görecektin Karabağım?!

Sende mi şehit kanıyla sulanacak, ardından evlatsız kalmış analarımı, yetim kalmış çocukları, dul kalmış gelin ve bacılarımı ağlatacak ve hiç bir zaman unutulmayacak tarihe "Kanlı Sahifeler" diye yazılacaktın?! Ah Karabağım Karabahtlım! Sen her Azerbaycan vatandaşının yüreğinde yaşayacak, hiç bir Azerbaycanlı'nın aklından silinmeyecek ve unutulmayacaksın. Ah Karabağım! 1988 yılında başlayan ve sonu bir türlü gelmeyen habersiz savaş, ne zaman bitecek ve ne zaman sana kavuşacağız? Karabağ’da tezahür eden facialardan çok konuşmak ve ciltlerle kitap yazmak mümkündür. Karabağ, tüm Azerbaycanlının yüreğinin kanayan yarası olmuştur.

Ah Azerbaycan şehitleri! Sizler vatanınız, milletiniz ve gelecek gençlik uğruna tüm zorluklara katlandınız ve Karabağ'ı son damla kanınızı verinceye kadar korudunuz. "Biz düşman önünden kaçarsak, düşman şu milleti, günahsız çoçukları, gözü yaşlı bacıları, yüreği dağlanmış anaları, gözü yolda kalmış kızları ve düşünmekten saçı ağarmış babaları katleder" diyerek, kendi canlarınızı mil-yonların uğruna feda ettiniz. Silahlılara karşı silahsızdınız, ama siz yüreklerinizle, canlarınızla, başlarınzla savaştınız ve şehit oldunuz. Annelerin, babaların gözleri önünde yakılan, parçalanarak kızartılıp anne-babasına zorla yedirtilen o masum çocukları bizler hiç unuturmuyuz!

Gazla dolu boruların içinde feryatlarla can veren çocukları ve o anda semayı kaplayan, kalpleri parçalayan çığlıkları ve katı yürekleri bile ağlatan inilti seslerini hiç unuturmuyuz?. İşte böyle zulümlere karşı onlar vatanımızı, toprağımızı terk -etmemiş, şehit olmuşlardır. Azerbaycan'ın geleceğini göz önüne alarak, bizleri düşünüp unutmadıkları halde, bizler onları unutmayı vicdanımıza hiç sığdırırmıyız?

Azerbaycan halkı şehitlerini unutmamış ve kıyamete kadar da unutmayacaktır. Karabahtlı Karabağım işte böyle zulümler görmüş, facialar yaşamıştır. İlan edilmemiş savaşa rağmen başı dertli insanlar kendi özgürlüklerini aradı ve bağımsız Azerbaycan Respublikasını (Cumhuriyetini) kurdular. Ama bu da o kadar kolay olmamış, binlerce şehit verilerek istiklale kavuşulmuştur. 1990 20 Yanvar (Ocak) Bakı Katliamı. Özgürlük için sokaklarda günlerdir mitingler yapan, Rusiya'yı protesto eden, azatlık aşkıyla yanan binlerce insan vardı. O akşam, herkes yani tüm Azeri halkı Bakü'nün merkezi meydanlarında özgürlük diye haykırıyorlardı.

O anda Azeri halkı beslediği canavarla karşı karşıya gelmişti. Hain Kızıl Ordu 20 Yanvar akşamı yaklaşık bin kişiyi katletmiştir. Bu rakamı Rus yanlısı gazeteler 96-123 kişi diye yazmışlardı. Şu anda Azerbaycan toprağının her karışında mübarek şehit kanı mevcuttur. En büyük mezarlıklarlardan biriyse "Şehitler Hiyabanı"dır. Vatanımın tüm şehir ve köylerinde şehit mezarları vardır. Her sene 20 Ocak'ta tüm Azeri halkı asla unutmayacağı o matem günlerini yeniden yaşamakta, uğruna can vermiş olan şehitlerini yeniden hatırlamaktadır.

Kamuoyunun habersiz bırakıldığı bu olayları elimden geldiği kadar açıklamayı kendime borç biliyorum. Biz Azeri milleti olarak Karabağ'ı ve bizler için şehit olan kardeş-bacılarımızı şimdiye kadar unutmadığımızı ve hiç bir zaman unutmayacağımızı belirterek boş durmuyor, can Azerbaycan'ımızın topraklarını nasıl geri alacağımızın planlarını da yapıyoruz. Hedefimizi büyük tutuyor, istikbalimizi düşünüyoruz. Azerbaycan milleti olarak siyasi birliğimizle, büyük siyaset adamlarımıza güveniyoruz.Onların kalan topraklarımızı yeniden kazanmaya muvaffak olacaklarına inanıyoruz.

Karabağ için yapılan her fiilin arkasında millet olarak var olduğumuzu belirtiyoruz. Yazıma Azeri halkının Karabağ'ı hep anmaya, Karabağ için bir şeyler yapmaya, şehitlerimizi unutmamaya, dökülen kanların yerde kalmaması için yek vücut olmaya davet ediyorum.

Azerbaycan'dan bir Türkoğlu

ARŞI TİTRETEN BİR VAHŞET

Azerbaycan, Ermeni ve Rus işbirlikçileri tararfından 26 Şubat 1992 tarihinde gerçekleştirilen "Hocalı Katliamı'nın yıl dönümü"nü düzenlenecek etkinliklerle anacak. 613 masum insanın hayatını kaybettiği katliam, internet ararcılığı ile dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılıyor. Azerbaycan'ın dünya devletlerinde bulunan temsilcileri, soykırımı bulundukları ülkenin yayın organlarına anlatmak için basın toplantıları düzenleyecek. Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı Kasabası' na, eski Sovyet İttifakı Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366.Alay'ın desteği ile Ermeni Silahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu ölen 613 Azerbaycan Türk'ü yarın düzenlenecek etkinliklerle anılacak.

Azerbaycan ülkücüleri, saldırıların 10. yıl dönümünde, Ermeni ve Rus işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen soykırımı dünya kamuoyuna bildirmekte kararlı. katliamın 1992 yılının 25 şubatını 26'sına bağladığı gecede, Ermeni silahlı kuvvetlerinin, eski Sovyet İttifakı Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366. Alay'ın desteği ile, Hocalı Kasabası'na baskın düzenlediler... Saldırılar sırasında 613 kişi hayatını kaybetti, bunların 106'sının kadın, 83'ünün çocuklardan oluşuyordu... Ayrıca, 56 kişi de işkenceyle öldürüldü... Azerbaycan'ın dünya devletlerinde bulunan temsilcileri, soykırımı bulundukları ülkenin yayın organlarına anlatmak için basın toplantıları düzenleyecek...

ve sözün bittiği yer...

Kaynak

24 Ocak 2008 Perşembe

Ülkücüye (!) Sitem

Bu sitem; Ülkücü kimliğini taşıyıp, kendi değer yargıları etrafında, kendinden yana olamayanlaradır.

Bu sitem; dışarının, yabancının, düşmanın, alçağın, uğursuzun, hainin, Ülkücü Hareket üzerinde yapmış olduğu operasyonlar karşısında olumsuz etkilenen, haklı olduğu konularda bile savunma refleksi kuramayanlaradır.

Bu vahim tablonun o kadar örneğini mevcut ki, bu örnekler Ülkücü Hareketin mensupları arasındaki bazı eksikliklerin varlığını göstermektedir.

Ülkücü Harekette, Başbuğ Alparslan Türkeş’li zamanlardan, bugünleri görmüş bir Ülkücü olarak, dışarının fitne ve fesatından oldukça etkilenen, bir potansiyelin varlığına şahit olmaktayım.

Sizler de etrafınızda, yanınızda, sağınızda, solunuzda bu potansiyelden bir parça görmektesinizdir. Yada bu potansiyelden birisi de sensin, benim, yada o… Nihayetinde bu potansiyelden biri olduğumuz zamanlar olmuştur, olmaktadır…

Ülkücü Hareketin birliği ve beraberliği öteden beri dengesiz bir hassasiyet(!) olarak adlandırabileceğimiz düşüncelerden dolayı sürekli zedelenmiştir. Bölünmeler, parçalanmalar, tartışmalar hep bu temelden oluşturulmuştur.

Sözde milli ve manevi değerlerle maskelenmiş tezgâhlar, Ülkücü Hareket içine servis edilmiş ve Ülkücülerin arasına bu tezgâhlar sayesinde fitne-fesat tohumlarını ekilmiştir.

Başbuğ Alparslan Türkeş, bu tohumların saçtığı ihaneti defalarca görmüş,yaşamış, ondan bayrağı devralan Sayın Dr. Devlet Bahçeli de aynı sıkıntıları birçok defa yaşamıştır.

Dışarının, içimize ektiği bu fitne tohumları yüzünden Başbuğ Alparslan Türkeş’i hâşâ kâfir ilan edip, terk edenleri bile görmüştür bu hareket…

Düşman, Ülkücü Harekete pusu kuruyor, bu bazen bir iftira, bazen bir yalanla gerçekleşiyor, algılaması zayıf ve idrak gücü yetersiz kalan bazı Ülkücüler de, kurulan bu pusularda tavırsız, yetersiz duruşu ile düşmana istemeyerek yardımcı oluyor.

En samimi bildiğiniz, en şuurlu bildiğimiz Ülkücülerde bile, iftira ve yalanlardan, fitne ve fesattan olumsuz etkilenme söz konusu olmaktadır.

Haksız olduğumuz konularda bile, kendi ailesinden yana olması gerekenleri bırakın bir kenara, haklı olduğumuz konularda bile karşı tarafın söylemlerini dillendiren, karşı tarafın üslubunu kullanan kişilere şahit olmaktayız…

Ülkücü Hareket açısından ne kadar acı bir durum değil mi?
Doğrusunda, yanlışında kendinden yana olamayan, Ülkücü Hareketin sıfatını nasıl taşıyabilir ki? Bir aile düşünün ki, aile fertlerinden birine dışarıdan bir saldırı oluyor, o içindeki fert hatalı olsa bile, ne pahasına olursa olsun, onu savunur, onu korur. Sonra özeleştisini aile içinde yaparlar. Aile olmanın şerefi ve namusu budur.

Ama Ülkücü Harekette aile olmanın kavramını bilmeyenler, haklı davalarımızda bile dışarıdan bir alçağın iftirasına inanıyor, bizim belgeli, tarihli gerçeklerimize kem küm ediyor, burun kıvırıyor. Sonra çıkıp, senden, benden daha iyi Ülkücü olduğuna dair pozlar veriyor, ahkâmlar kesiyor.

Alçağın birisi çıkıyor, MHP’nin politikaları ile ilgili her türlü iftirayı atıyor, yalanı sıralıyor, Ülkücü olduğunu iddia edenler de bu yalanların, iftiraların hareket içinde yayıcıları oluyor…

22 Temmuz seçimlerinden önce, bu duruma o kadar şahit olduk ki, saymakla bitirilemeyecek örnekler mevcuttur.

İftiracının, yalancının, alçağın birisi çıkıyor, ”APO’yu İmralı’ya MHP koydu, onu MHP asmadı” diyor, Ülkücü olduğunu söyleyen, her şeyden önce Allah’ın şahit olduğu tarihi gerçekler varken, o iftiracıların sözlerine inanıyor, Ülkücü bir yöneticinin bu konudaki tarihli, belgeli sözlerine inanmıyor…

Siyasetin sahtekârları, Ülkücüler arasında tartışma konusu yaratıp, MHP’yi zayıf düşürmek için ”MHP, CHP ile koalisyon kuracak” diyor, (Ülkücü yöneticiler bunu kesin bir dille yalanladığı halde) Ülkücü olduğunu söyleyenler buna inanıyor, bununla yatıp, bununla kalkıyor, teşkilatlara bu manada negatif hava yayıyor, bu dedikoduyu çıkartanların “Şartlar oluşursa biz DTP(PKK’nın siyasi uzantısı) ile koalisyon kurarız” şeklindeki sözleri ile ilgilenmeyi ise hiç akıl edemiyor…

Adam, Ülkücü Harekete hakaret ediyor, iftira atıyor, MHP’nin başarısını engellemek için elinden geleni yapıyor cevabını veriyorsun, haddini bildiriyorsun, Ülkücü olduğunu söyleyen ona sahip çıkıyor, seni eleştirmeye kalkıyor…

Ülkücü düşmanı, AKP’nin yayın organları yada diğerleri, Ülkücü Hareket içindeki bu tür potansiyelin varlığını bildiğinden sürekli fitne-fesat üretmektedir. Nasıl olsa bu iftiraları, hareket içinde taşıyan, yayan muhatap bulunuyor.

Başkası söylüyor inanıyor, sen diyorsun başkalarının penceresinden yorumluyor. İlginç ilginç tipler, tuhaf tuhaf haller…

Art niyetli bir şekilde, bu hareket içinde “Ülkücü” sıfatı taşıyıp, bu iftira merkezlerine hizmet edenleri “Allah kahretsin” diyorum ama saf, samimi fakat bu merkezlerin fitne-fesat çalışmalarından etkilenenleri, kendisine çeki-düzen vermeye davet ediyorum…

Ülkücü olmak, dışarıya karşı, yanlışına da doğrusuna da sahip çıkmak şuurunu taşımak demektir.

Fitne ve fesat yuvalarının iftiraları ve kara propagandalarına kanmak, Türk Milletinin yegâne umudu olan ülkücü harekete verilecek en büyük zarardır.

Ülkücü hareket öyle kutlu ve yüce bir harekettir ki, bir alçağın iftirasına kurban edilemez. Bunu anlayamayandan da zaten ülkücü olmaz.

Her alçağın, her kahpenin iftirası, yalanı Ülkücü Hareket içinde yer bulmamalıdır.

İçimizdeki bu hastalığın önüne geçelim, inanın önümüzde hiçbir güç duramaz…

Ülkücü olmak, adam olmaktır. Ülkücü olmak, fitne ve fesada karşı uyanık olmaktır.

Kendisi de birçok iftiraya maruz kalmış cennet mekân, Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in bir sözü var.

Bu söz her Ülkücüye ölçü olmalıdır. Her Ülkücü, çevresinde gelişen hadiseler karşısında bu söz ışığında hareket etmelidir.

“Türk milletine Bizans’tan geçme bir hastalık vardır. Gevşeklik, laubalilik, dedikodu, fitne, fesat, terbiyesizlik, birbirini beğenmemek, sır saklayamamak, rastgele laf söylemek... Bu hastalık sizde de var bu hastalığı tedavi etmeniz lazımdır. Bu hastalığı tedavi etmezseniz, kendinize yol seçiniz, Milliyetçi Harekette bir saniye daha fazla kalmayınız. Benimle dava arkadaşlığı edecekseniz, her şeyden önce vasıflı Türk olmaya mecbursunuz. Türk milletini batıran, Bizans’ı batıran, Osmanlı İmparatorluğunu batıran hastalık budur.”

Anlayana ne güzel sözdür bu…

Yıldıray ÇİÇEK / Ortadoğu Gazetesi

Ülkücüye Mektup

21.01.2008

Ülkücü; beyni ile hareket eden, Yüce Allah’ın bizlere verdiği akıl mucizesini yerinde kullanarak, karşılaşabileceği engelleri, olumsuzlukları, güçlükleri önceden fark edip, sıkıntıların çözümü yönünde stratejiler geliştiren ve tespitlerini zekice yaparak her türlü değişime karşı anında müdahalede bulunan insandır.

Yıllar önce konferanslarımızda veya seminerlerde anlatılan siyasi ve sosyo- ekonomik gelişmelerin, yeni filizlenme aşamasında bizlerin zihinlerini imkânsız kelimeleri ile sorgularken ilerleyen dönem içerisinde o gün anlamlandıramadığımız bazı olayların, bugün şekillenme aşamasına geldiğini gözlemlemekteyiz. Planlanan senaryolar oyuncuları ile birlikte sahnelenmeye, Irak’ın parçalanması ile ortaya çıkarılan hayali devlet safsatası, siyasal çözüm gündeme getirilerek zorla, hile ile ve siyasi baskı ile kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Irak’ın uzun bir dönemi kapsayan diktatörlük sürecinden sonra askeri bir işgal ile karşı karşıya kalması ve yıkılması, ilerleyen dönemle birlikte bu ülkenin topraklarında Suriye, İran ve Türkiye’yi de tehdit altına alan bir Kürt Devleti macerası ortaya çıkarmıştır.

Ülkemizin güçsüz düşürülmesi için, vatanın dört bir yanından şehit haberleri gelmekte, bombalar patlamakta, PKK’yı açıktan destekleyen Ermenistan, ABD, AB, Hatay’ı bir türlü aklından çıkaramayan Suriye, Enosis çığırtkanlıkları ile beraber büyük Helen imparatorluğu rüyasında Yunanistan, Türk Cumhuriyetleri üzerine en ufak fırsatta çöreklenmeyi bekleyen ve açık denizlere inme hedefinde olan emperyalist canavar Rusya, Müslüman Türk milleti’nin güçsüzleştirilmesini beklemektedir.

DTP’li bölücülerin ve işbirlikçilerinin planları her geçen gün insanlara yakınlaştırılmaya, alıştırılmaya çalışılarak federal olma hayalleri ve akabinde Kuzey Irak’ta kurulan bir bağımsız devlette birlikte Barzani’nin şekillendirdiği sözde haritayı ortaya çıkarmaktadır. Hakkâri, Şırnak, Ağrı, Van, Sivas dâhil, Trabzon’dan Mersin’e bir çizgi ile beraber, İskenderun ve Hatay’ı da içine alarak Kerkük petrolleri ile kendilerini ekonomik anlamda desteklemekte, Türkiye’nin suyu Fırat ve Dicle, Mersin’ i de içine aldıkları için Seyhan ve Ceyhan nehirleri de dâhil edilmektedir.
Gerçek şu ki; Türkiye Cumhuriyeti siyasi iktidarların belirlediği tutum ve davranışlar neticesinde sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel yönden zor günler yaşamaktadır. Devletimizin bütünlüğü tehlikeli boyutlar almakta, Türk Milleti’nin geleceğine dinamit konulmaya çalışılmaktadır. İçte ve dışta ihanet odakları bütün imkânlarıyla saldırılarına devam etmekte, Ülkücü Hareket’in mensupları haince kışkırtılmaya çalışmakta, Türkiye Cumhuriyeti Devleti siyasal istikrarsızlığa ve toplumsal değişimlere doğru sürüklenmektedir.

Önceki yıllarda kamu yönetimi temel kanun tasarısı taslağı adı altında bir taslak hazırlanıp, çıkarılmaya çalışılmış ve kamudan gelen tepkiler üzerine rafa kaldırılmıştır. İlerleyen süreç içerisinde de, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimi ve koordinasyonunun kaldırılması çabalarının olmayacağının, yerel özerklik palavralarının zirveye çıktığı şu dönemlerde hiç kimse bize garantisini veremez. “Türkiye çok büyük bir ülke, merkezden yönetmek zor oluyor” mantığını öne sürerek, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki etkisi kaldırılıp eyaletlere bölünme tehlikesi her an karşımıza çıkarılabilir. Allah göstermesin Türkiye, Yugoslavyalılaştırılma tehlikesi ile baş başa kalabilir.

Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi bekleyen olası tehlikelerden birisi de yerel yönetimleri bekleyen sinsi tuzaklardır. Yerel özerklik rüyası ile Sevr hortlatılmaya çalışılarak, devlet ve millet bütünleşmesi sekteye uğratılabilir. Yerel parlamentolarda bölücü hainlerin, tarikatların ve aşiret ağalarının artmasına sebebiyet vererek il genel meclisi ve belediye meclislerinin bölücülerin, tarikatların, aşiretlerin eline geçmesi ile birlikte üniter yapı zarar görme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Eğitim, sağlık, orman, tarım, bayındırlık, imar, iskân ve köy hizmetleri gibi alanlarda istihdam edilen personelin merkezi yönetimden bağlantısı kesilerek özel idarelere bağlanması tehlikesi ile birlikte bölgecilik kavramı, gizli eyalet faktörü ortaya çıkarılabilir.

Yerel yönetimdeki iktidar sahipleri elemanlarını kendi yandaşlarından seçerken, beyinlerindeki hain emellerini uygulayarak kendilerini özerk bir statüye geçirmeye çalışacaklardır. Yerel hizmetlerde görevlendirilen insanların başında merkezi yönetimin temsilcisi olmadığı için seçimle iş başına getirilmiş bir insanın söz sahibi olması ekonomik, etnik ve siyasal temelli bölünmeleri de beraberinde getirecektir. İşsizlik artarken etnik köken, din ilişkisi, aşiret kavramı, tarikat olgusu içerisinde ön değerlendirmeler yapılacak, yerel yönetim birimlerindeki olumsuz gelişmeler devlet yapılanmasının federalleştirilmesi tehlikesini karşımıza çıkaracaktır.

Yaklaşan yerel seçimlerin ilerleyen günlerde karşımıza çıkaracağı en olumsuz gelişmeleri şimdiden görmeli, değerlendirmeleri, siyasal analizini yaparak, bu gelişmeye bağlı bir strateji belirleyip o istikamette hareket etmemiz gerekmektedir. Türk Milliyetçileri’nin ileriyi görerek almış oldukları kararlar, tedbirler, Milliyetçi Ülkücü camiayı defalarca haklı çıkarmış, Türk Milleti’nin siyasi tercihini yanlış kullanması sonucu iktidara gelen siyasiler, sorunlara aynı çözüm anlayışı içerisinde yaklaşmadığı için üzücü sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Son genel seçimler çoğu siyasi partiler tarafından hüsranla sonuçlanmıştır. Ülkücüler ise; Türk Milleti için bu olağan üstü dönemde meclise girerek, Türk Milletinin vicdanında sorgulanan konuların cevabını verme ve büyüme fırsatını yakalamıştır. Yeni dönemde mecliste bölücü Kürtçülük faaliyetleri artıp artmayacağı zihinleri kurcalarken, bugün bu faaliyetlerin hızlandığı göze çarpmaktadır. Ülkücü hareketin Türkiye sevdalısı temsilcileri bütün olumsuz gelişmelere, karşısındaki şer ittifakına, bölücü emperyalistlerin sinsi hesaplarına rağmen, Türk Milleti’nin yüreğinin derinliklerinden gelen, bağrından kopan oyları alarak 23 Temmuz sabahı olması gereken konumda TBMM deki yerini almıştır.

Ülkücü irade milliyetçiliği merkez kabul eden bir düşünce ile devlet ve millet uyuşmasını, birleşmesini sağlamış, mecliste denge unsuru haline gelmiş, ülkemizin geleceği açısından hayati önem arz eden konularda belirleyici olmuş ve Türk milliyetçiliği yükselen bir değer olarak Yüce Türk milleti’nin gönlünde yerini almıştır.

Milliyetçi Hareket Partili 70 Türkiye Sevdalısı, geçen altı aylık süre içerisinde bozkurt duruşunu bozmamış, Türkiye Cumhuriyetini kuran ideolojiye sahip çıkmış, milli siyasetin mutlaka egemen olması için; Türk kimliğini, Türk ahlakını, Türk kültürünü, Türk şahsiyetini ve Türk varlığını daima koruyup gözetmiş her değerin önünde tutmuştur. TBMM’deki Ülkücü Hareket siyasi kamplaşmalara zemin hazırlayanlara müsaade etmemiş, birlik beraberlik ve uzlaşı örneği sergilemiştir.

Sonuç olarak; Türk Milleti’nin istikbali ve geleceği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası için milliyetçi ülkücü camianın yaklaşan yerel seçimlerde kesinlikle başarı elde etme zorunluluğu vardır. Ülkücüler soğukkanlı bir şekilde, aklı başında, mantıklı ve zekice hareket ederek yerel seçimlerin ülkücü hareketin zaferiyle sonuçlanması için; yılmadan, yıkılmadan, çalışmalara süratle başlamalıdır.

Mesut ÇINAR / Sivas Ülkü Ocakları II. Başkanı

Gün.. Zulmün Yettiği Gündür

Sevdam düşünce aklıma
Şah damarlarımda pusatlı bin atlı yürür
Dillerinde inancın çelik zırhı
Ellerinde al bayraklar
Gider ölümün üstüne üstüne
Gün… Zulmün yettiği gündür

(Alıntı)

Yine Aselsan - Neval Kavcar

Yine Aselsan

Hukuk kararlarında yasalarla birlikte, kamu vicdanı gözetilir. Aselsan davasında vicdanımız rahatladı mı? Mahkemenin verdiği karara aile: “Yapılması gerekenlerin tamamı yapıldı.” Diyebiliyor mu?

Aselsan’da altı ay içinde üç çalışanın intihar etmesinin ne manaya geldiği anlaşılmamıştır. “Bu ülkenin menfaatine çalışırsan, stratejilerine taş attığın kesimlerce intihar süsü verilmiş cinayetlere kurban gidilecek” tedirginliği hâkim olmuştur.

Aselsan’da görevli mühendislerin kritik görevlerde olduğu ve önemli projeleri Türkiye lehine sonuçlandırdıkları biliniyor. Bilinmeyen ise otuzbir yaşında ki mühendis Hüseyin Başbilen’in intihar etmek için niçin yanına proje dosyasını da aldığı? Ve o dosyanın şimdi nerede olduğunun bilinmeyişi. Milli Tank Projesi brifingi dosyasının ortada olmayışı, intiharı değil cinayeti akla getirmesi gerekmez mi?

Aselsan davası sonuçlandı ve mahkeme Başbilen’in intihar ettiğine karar verdi. Bunun için en önemli dayanak, bilirkişi raporu elbette. O raporda 7 uzman intihar derken üçü de cinayet ihtimali üzerinde duruyordu.

Geçtiğimiz günlerde Star TV de Deşifre programını seyrederken, geçmiş dönemde Adli Tıpın başkanlığını yapmış bir profesörün “Aselsan” hakkında ki açıklamalarını dinledim. Dosyayı tamamen incelediğini belirtiyordu. Mahkemeden gelen dosyanın eksik olduğunu ve kendisi halen başkan olsa dosyanın o haliyle rapor yazmaya elverişli olmadığı gerekçesi ile geriye gönderileceğini ifade ediyordu. Dosya eksik olduğu içindir ki adli tıp uzmanları ikiye ayrılmıştır diye konuşmasına devam ediyordu.

Sonra dosyanın eksiklerini sıraladı:

1- Aracı ilk bulan kişilerin bu konuda ki ifadeleri yok.
2- Aracın bulunduğu yer ile ilgili rapor hazırlanmamış
3- Hüseyin Başbilen’in ailesinin olay ile ilgili görüşü konmamış
4- Başbilen’in psikolojik tedavide olduğu belirtildiği halde doktorunun bu konuda ki raporu mevcut değil.
5- Araç bulunduğunda kontak anahtarının niçin aracın kapısında olduğunun cevabını verecek teknik rapor eksik
6- Vb..

Dosyayı inceleyen akademisyenin belirttiği eksikler ile bu dosyaya rapor yazılmasının mümkün olmayacağını belirtmesi üzerine, Adli Tıp Kurumu eksik dosya ile eksik rapor yazmıştır sonucuna varıyorum. Eksik rapor ile de “Kamu Vicdanının” kabul etmeyeceği bir dava sonuçlanmıştır diyorum.

Başbilen’in bilek ve boynunda ki bir kerelik darbeyle açılan kesiklerin, genellikle cinayeti akla getirdiğini de belirtmiştir. Bahsi geçen eksikler tamam olsa idi, 7/3 gibi ikilemli sonucun çıkmayacağı anlaşılmıştır.

Adli Tıp Kurumu ve mahkeme bahsi geçen eksikler üzerinde niçin durmamıştır?

Altı ay içinde Aselsan çalışanı üç mühendisin ölümü için niçin intihar düşüncesinde yoğunlaşılmış ve medyaya bu yollu bir haber verilmiştir? Üstelik ortada mahkeme kararı olmadan.

Bahsi geçen teknik görevliler mi psikopat, Aselsan çalışanları psikopat mı yapıyor? Gibi bir düşünceye de gelebiliriz nihayetinde. Yoksa ODTÜ’nün şeref kürsüsünde onurlu yerini almış Hüseyin Başbilen, yanına yeni proje dosyasını da alarak niçin intihar eder? Aselsan gibi bir yerde çalışarak önemli projelere imza atmış Hüseyin Başbilen ve diğer iki çalışanın intihar etti haberine kamuoyu inanmamıştır.

Bu olayların cinayet olduğu üzerinde hem fikirdir.

Başbilen’in sorgulandıktan sonra öldürülüp, aracına konulduğu ihtimali çok yüksektir. Üç intiharında ölüm şekli cinayeti andırıyor. Biri altıncı kattan atlıyor, diğeri tek kurşunu kafasına sıkıyor, sonuncusu falçata ile boynunu kesiyor. Hem de altı ay içinde.

Ölümün meydana geldiği gün TSK ne vereceği brifing dosyası yanından kayboluyor. Bu bir intihar ise dosya yanında kalmalı idi, cinayet ise katiller dosyayı alarak Başbilen’i öldürmüştür diyorum.

Mahkeme önemli projelerde çalışan bu kişilerin altı ay içinde ölmesi dosyasını gerekirse birleştirip, yeniden soruşturma başlatmalıdır. En küçük bir detay atlanmamalıdır.

Her üç ölümün bozuk psikolojik sebeple oluştuğunu kabul etmemiz için milletçe psikolojik bozukluğumuzun olması gerekir.

Görgü tanığı olmayan bu ölümleri intihar diye adlandırmadan önce onlar, acılı aileleri adına tüm araştırmaların eksiksiz yapılmasını kamuoyu talep etmektedir.

Kamu vicdanı, Aselsan Davası sonucundan rahatsız olmuştur. Şu ana kadar Kamu davası olarak süren mahkemenin Başbilen ailesi tarafından yeniden açılacağını ailenin Avukatı Birgül Güven açıklıyor. Ve diyor ki:

“Olayın cinayet olduğu yönünde şüphelerimiz var. Ayrıca cinayetle ilgili bazı şüpheli isimler de belirledik. Öncelikli talebimiz davanın açılması ve Başbilen'in geçmişe yönelik tüm telefon kayıtları ile iş yerindeki bilgisayarının incelenmesidir.” (Medya)

Mutlu bir aile babası Başbilen’in işe gitmediği gün bilgisayarında yazıldığı tespit edilen, intihar mektubu başta olmak üzere, bu cinayetlerin üzerinde ki karanlığın aydınlatılması beklenmektedir.

Kamu vicdanını rahatlatmakla görevli Türk Adaleti üzerine düşen görevi yerine getirmelidir.

İslamiyet Ölçü Dinidir

İnsanın sosyal hayatta karşılaştığı güçlüklere, sıkıntılara göğüs germesinin adı sabırdır. İnsanda iman gerçekleştikten sonra, imanın gerektirdiği şekilde yaşayabilmek için sabır şarttır. Bu açıdan sabır, hayatta ciddiyet isteyen her şeyin başıdır.

Bu sebeptendir ki Peygamberimiz (s.a.s.); “Ferahlığın anahtarı, sabırdır” buyurmuşlardır. “Sabreden zafere ulaşır” özü de O’na aittir.
İslâm âlimleri, sabrın iki boyutuna dikkat çekerler. Birisi, insana ağır gelen elemlere katlanarak sonucunda güzellik beklemek. Diğeri de, lezzet ve şehvet veren şeylerden uzak durarak, bunların kötü sonuçlarından korunmaktır.
Ayette sabredenler şöyle övülür: “And olsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme yoluyla imtihan edeceğiz. Bütün bunlara sabredenleri müjdele. Onlar bir felaketle karşılaştıklarında ‘Biz Allah içiniz, yine O’na döneceğiz’ derler” (Bakara, 155–156)

Ölçülü olmak (itidal), insanın gerek duygularında gerekse eylemlerinde haddi aşmaması demektir. Bu sebepten de, ahlâkî faziletlerin esasıdır. Çünkü fazilet; biri aşırılık, öteki eksiklik olan iki kötülüğün ortasıdır. Aşırılık ve eksiklik ise, ifrat ve tefrittir.
Ahlaken kötü olan aşırılık ve eksiklik, hem duygusal yaşantı ile hem de eylemlerle ilgilidir. Mesela ahlâkî bir fazilet olan hoşgörünün eksikliği “kin ve nefret”, aşırılığı ise “aşırı duygusallık”tır. Bunların ikisinden de insan kaçınmak zorundadır.
Yine insanın servetini harcaması eyleminde ahlâkî bir fazilet olan cömertliğin de aşırılığı “israf”, eksikliği “cimrilik”tir. İsraf gibi cimrilik de ahlaken kötüdür.
Ahlâkî bir fazilet olan cesaret’in aşırılığı “atılganlık”, eksikliği de “korkaklık”tır. Kanaat’ın aşırılığı “hırs”, eksikliği ise “tembellik”tir.
Görüldüğü gibi ölçülü olmak; eylem ve duygularımızla ilgili ahlâkî faziletleri belirleyen temel bir ölçüt durumundadır.

İşlerinde ve duygularında aşırılığa giden insanlar, iletişim kurulması zor olan, başkalarına güven telkin etmeyen kimselerdir. Her insanın hata yapabileceğini düşünerek, insanlara ne bütünüyle güvenmeli, ne de ilişkileri tamamen koparacak seviyeye getirmelidir.
İnsanın duygusal yaşantısında aşırılıktan kaçınması gerektiğini Peygamberimiz, şu hadisleriyle vurgular: “Sevdiğin kimseye karşı duyduğun sevgide aşırılığa kaçma, belki de bir gün o kimse düşmanın oluverir.” (Tirmizi, 28. Kitabu’l–Birr ve’s–Sıle, Bab: 60, H. No: 1997)

“Düşman olduğun kimseye karşı gösterdiğin düşmanlıkta aşırı gitme, belki de birgün o kimse dostun oluverir.” (Tirmizi, 28. Kitabu’l–Birr ve’s–Sıle, Bab: 60. H. No: 1997)
“Allah’ın en çok buğz ettiği insan, düşmanlıkta aşırı gidendir.” (Tecrid c.VII, s.387, H.No:1094)
Demek ki insan, beşerî ilişkilerini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek için, insanlara karşı duyduğu sevgi ve nefretinde aşırılığa kaçmamalı; ölçüyü kaçırmamalıdır.

(Alıntıdır)